Dağınık kafayla strateji zor

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Öteden beri hayretle ve kaygıyla gözlemlediğim özelliklerimizden biri, bizim ülkemizde ortak paydaların, yani artık üzerinde tartışmaya gerek görülmeyen kabullerin son derece az olmasıdır. Teknik düzeyde uzmanlar açısından en temel doğruların bile kamuoyunda sulandırılıp ortada kalması, kesimler arasında ortak değerlerin söz konusu olmaması, siyasal kadroların tümüyle asimetrik bir zeminde tartışmaları olağan karşılanıyor. Bu nedenle de pek çok konuda zaman içinde ilerleme kaydedilmesi, birikmiş deneyimlerden yararlanarak stratejilerin netleştirilmesi mümkün olmuyor, sürekli sil baştan yapılıyor. 


Hadi göğüslenmesi gereken maliyetleri nedeniyle yapısal zafiyetlerin gündeme gelmemesine artık alıştık diyelim, ama kırk yıldır herkesin sabah akşam konuştuğu kur ve faiz gibi konjonktür sorunlarında bile taban tabana zıt argümanların hâlâ eşit düzeyde destek görebilmesi, reçeteleri herkesin kendine göre yorumlayıp şekillendirmesinin normal sayıldığı bir ortam, genel bir boşluk ya da en azından dağınıklık görünümü oluşturuyor. 
Öğrenen toplum olma iştahımız yok 

Bu durum, sadece küresel konjonktürün değil, dünya ekonomik düzeninin ve onun omurgasını oluşturan teknoloji ve enerji sistemlerinin yeniden büyük bir değişim geçirmekte olduğu bir zamanda özellikle tehlike arz ediyor. Katma değer üretiminin giderek zorlaştığı ve pahalılaştığı mevcut sistemlerde de üretici değil ithalatçı ve kullanıcı konumundan kurtulamadığımız gibi, yeni sistemlerin tasarım ve üretiminde aktif rol almaya da ne şirketler kesimimiz, ne de akademyamız hazır ve iştahlı değil. 

Üstelik yalnızca gelişmiş ülkeler değil, Hindistan ve Brezilya gibi yükselen ülkeler ve petrol zengini olmalarına rağmen körfez ülkeleri (hatta siyasal kimliğini henüz tamamlayamamış olan Kuzey Irak) bile gelecek kuşakları için eğitim, inovasyon ve girişimcilik stratejileri geliştirir ve bunun için önemli kaynak ayırırken bizde bu konular gündeme bile giremiyor. Daha kötüsü biz fırsat kovalamayı ve rant avcılığını hâlâ strateji sanmaya devam ediyoruz. 
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın Türkiye temsilcisi Malhotra’nın isabetle işaret ettiği gibi yakın geçmişte orta gelir tuzağından Ar-Ge ve inovasyona yaptıkları yatırımla çıkmayı başaran Güney Kore ve Singapur örnekleri ortadayken, ayrıca Rusya dışındaki BRİC ülkeleri de aynı doğrultudaki hamleleri ve eğitime verdikleri ağırlıkla “öğrenen ekonomiler” arasına katılırken biz hâlâ sıcak parayı nasıl çekeceğimizin ve inşaat furyasını nasıl finanse edeceğimizin yollarını arıyoruz. 

Hiç değilse imalat sanayiinin milli gelirdeki payını düşürmemek ve sınırlı kaynakların tahsisinde dikkatli davranma gereğini hatırlatan ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı bile büyük tepkiyle karşılaşıyor. On yıldır Ar-Ge’ye odaklandığımızı söylerken sonuçların yetersizliğini fark edip çareyi yabancı şirketleri araştırma yapmak ve gençlerimizi eğitmek üzere davet etmekte buluyoruz. Kaldı ki onlar da sadece davetle gelmiyorlar. 
Riskli zihniyet kodları 

Eskiden bu tavrın örtülü bir özgüven noksanından kaynaklandığını düşünürdüm, ancak son yıllarda bundan daha riskli bir zihniyet refl eksinin yerleşmeye başladığını gözlüyorum. 

Son on yılda kanıksanan bol ve ucuz para akışının devam edeceğini varsaymaktan olsa gerek, borçlanarak ve tüketerek de kalıcı büyüme sağlamanın ve ekonomik güç haline gelmenin mümkün olduğuna inananların sayısı artmakta. 

Geçenlerde tanınmış bir işadamı dostumla sohbet ederken teknoloji geliştiremediğimizden söz ettiğimde bunun pek de şart olmadığı cevabını almıştım. Oysa kriz sonrası uzun toparlanma döneminin sona ermekte olduğu ve küresel büyümenin yüzde 4 olacağının öngörüldüğü bir yılda bizim büyümemizin bunun altında olacağının ve yükselen ülkelerden de negatif anlamda ayrışacağımızın son rakamlarla netleşmesi, yola böyle devam edemeyeceğimizin açık bir göstergesi. 

Sanayi üretiminde ve kapasite kullanım oranındaki azalışın faizlerin baskılanması ile önlenemeyeceği de ortaya çıktı. Zaten kur yükselişinin üretim üzerindeki olumsuz etkisi hem genişleme hem de daralma dönemlerinde kesin iken, faizlerin özellikle genişleme dönemlerinde fazla işlevsel olmadığı iktisatçıların genellikle paylaştığı bir kanaat. Öte yandan şimdilik öncelikli hedef olarak görülen sıcak para girişleri de üretim darboğazı açısından bel bağlanacak kaynak sayılmaz. İşin kötüsü tüketimden ve büyümeden haklı olarak yapılan fedakarlığa rağmen enfl asyon da, arkadaki temel saik üretici fiyatları olduğu için, kontrol altına alınamıyor. Mevcut modelden vazgeçilmedikçe bu kısır döngünün kırılması, anlaşılıyor ki mümkün olamayacak. 

Aksak rekabete yatırım gelmez 

Üretim ve yatırım için önemi şimdilerde yeniden hatırlanmaya başlayan dış yatırım girişleri için bir diğer önemli engelin daha bulunduğunu düşünüyorum. 

Türk ekonomisinde dışarıdan gelecek yatırımcıyı caydıracak düzeyde bir aksak rekabet ortamı var. Koşulların ve kuralların herkese eşit bir şekilde uygulanmadığı izlenimi doğuran kapalı ve bulanık karar süreçleri söz konusu. Hem kamu, hem özel sektör bağlamında tatmin edici bir saydamlık ve kurumsal yönetişim çerçevesi yok. Bu da belirsizlik ve öngörülemezlik anlamına geliyor. 

Siyasal seçimlerde en önemli faktör ekonomiktir dendiği halde ekonomik stratejilerin bu kadar az tartışılması da vites değişikliğine bütün kesimlerin yeterince istekli olmaması, bu nedenle devletin de dönüşüm sürecine liderlik etmekten kaçınması ile açıklanabilir. Ne var ki böyle giderse korkum o ki, birkaç yıl sonra önümüzdeki ülkelere nasıl yaklaşacağımızı değil, arkamızdaki ülkelere nasıl geçilmeyeceğimizi tartışmaya başlarız.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019