Dönüşüm zihinde başlar

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Bilmem farkında mısınız, ülkemizde sadece çokça söylendiği gibi ekonomide değil, siyasal, sosyal ve kurumsal alanların hemen bütününde kırılganlık ile yüz yüzeyiz. Aslında hemen her toplumun bazı alanlarda zafiyetleri, hassasiyetleri olması doğaldır ama bunların sayısının fazlalaşması, daha da önemlisi birbirini etkileyecek düzeyde bağlantılı olması, mutlaka kapsamlı bir program ve sistemli ve analitik bir yaklaşıma ihtiyaç doğuruyor. Gelgelelim yaşadığımız deneyimler de öğretmiş olmalı ki toplumun farklı kesimlerinde bunu sahiplenecek bir anlayış birliği yaratılmamış ve yol haritasının külfetlerini omuzlamak konusunda ortak bilinç oluşturulmamış ise programların tamamen ya da kısmen kağıt üstünde kalması, daha kötüsü uygulamadaki sapmaların kayıtsızlıkla karşılanması olağan bulunuyor. Programların tasarlanması ve yazılması kadar, onların hayata geçmesi için gerekli koşulların da oluşturulmasının zorunlu olduğunu kabul etmedikçe bu kısır döngü sürüp gidecek gibi görünüyor. 

 

Özgüven ve futbol örneği 

Korkarım ki bugüne kadar bu sütunlarda sıkça irdelediğimiz ve hepsi de sonunda katma değer ve teknoloji üretme kapasitesi yüksek, nitelikli insan kaynağına ve rekabet yeteneğine sahip bir ülkeye giden yolun kilometre taşları olan yapısal reformlar, toplumun değerler setinde ve zihinsel kodlarında bir dönüşüm sürecini de kendiliğinden dayatıyor. Tarihsel birikimin ve geçmişteki hataların tortuları ile beslenen önyargıların ve başta özgüven olmak üzere gerçek bir dönüşüm iradesinin önündeki bilinçaltı engellerin aşılmasının yolu da budur. 

Karmaşık sistem analizlerine ve karşılaştırmalı verilere başvurmaya gerek yok, toplumun en fazla yakınlaştığı ve nerdeyse bir spor olmaktan çok bir kimlik ve ideoloji gibi benimsediği futbol ile ilgili durumumuza bakmak bunu anlamak için yeterli. Futbolu zamanımızın en popüler rekabetçi gösteri alanı ve eğlence endüstrisi olarak görmek yerine kendi kimliklerimizin yerine koyabileceğimiz bir güç ve üstünlük aracı olarak algılıyor, profesyonel ve amatör faaliyetleri bir arada ve finansal / teknik yönden düşük standartta bir kurumsal yapı içinde, yarışmacı değil kavgacı bir yönetim ve taraftarlık anlayışıyla yürütmeye çalışıyoruz. Kaynak dengesi ve altyapı eğitimi gibi sürdürülebilir performans göstergelerini önemsemeden salt günlük başarıları hedefl ediğimiz için uluslararası rekabette istikrar sağlayamıyor, spor kültürü yaygınlaşmadığı ve etik kurallar yerleşmediği için de yerli başarılara ulaşma yolunda her yolu mubah sayıyor, bu arada bolca kahraman ve düşman yaratıyoruz. Devletin yaptığı düzenlemeler de tutarlı ve saydam bir çerçeve yerine, dernekler yasası gibi büyük faaliyet hacimlerini yönetmeye elverişli olmayan, sahiplik ve hesap verebilirlik açısından kapalı ve bulanık bir ekosistem öngörüyor. Sistemin ayakta kalabilmesi de büyük ölçüde devletin sağladığı destek ve teşviklere (vergi, gayrimenkul vs.) bağlı kalıyor. Üstelik bu zayıf yapının üstüne, dünyada eşi olmayan bir şekilde, kendine yetecek dinamikleri olmayan ve sürekli zarara mahkum olan dolayısıyla aslında kamu hizmeti niteliği taşıyan futbol dışı spor branşlarının külfetini de yüklüyoruz. Böylece her türlü dış etkiye açık ve kırılgan bir zemin yaratılmış oluyor. 

Dış dünya ile ilişkiler de kırılgan 

Benzer durum, dış dünya ile ilişkilerimiz açısından da söz konusu. Yüzyıllara dayanan ekonomik ve siyasi ilişkilerimizden dolayı fiilen bir parçası gibi hissettiğimiz Avrupa ile olduğu gibi altmış yılı aşkın bir süredir askeri ve siyasi müttefiğimiz olarak gördüğümüz ABD ile de, kültürel ve coğrafi akrabalık içinde olduğumuz Ortadoğu ülkeleriyle de ilişkilerimiz sorunlu ve kırılgan. Temelde kimliğimiz ve vizyonumuz ile ilgili belirsizlik ve kararsızlık kuşkusu yaratan politika değişikliklerinden kaynaklanan bu durum, geleceğe yönelik yol haritasını netleştirmemize de engel oluyor. 

Daha fazla bildiğimiz ve iş yaptığımız AB ile zaten sadece siyasal ve kültürel değerler bağlamında bir uyumsuzluk yaşıyoruz. Avrupa ülkelerinde yaşayan yurttaşlarımızın üçüncü kuşakta bile içinde doğdukları toplumlarla entegrasyon sorununu aşamamış olmaları da bunun bir göstergesi. Başka alanlardaki zayıfl ıkları ya da başarısızlıkları telafi etmek istercesine futbolu bir ölüm kalım savaşı haline getirişimizin en açık örneklerinin Türk takımlarının Avrupa maçlarında ortaya çıkması bu açıdan şaşırtıcı değil. Aslında ilişki geçmişimiz daha yeni, coğrafyalarımız daha uzak da olsa, bunca yıllık mesleki seyahatlerim ve ilgili sivil toplum kuruluşlarındaki aktif görevlerim dolayısıyla değerler ve zihniyet açısından daha kolay bağdaşabileceğimizi düşündüğüm ABD ile de jeopolitik konumumuzun dayattığı askeri işbirliği dışında istikrarlı ve derin bir ilişki kurabildiğimiz söylenemez. Üstelik her bozukluğun arkasında onun parmağını arayan komplo teorileri çok taraftar buluyor. Çocuklarını orada okutmak ya da fırsat bulursa yeşil kartla orada yaşamak isteyenimiz çok ama aynı koşulları burada sağlamaya yönelik reformlarda aynı isteğimiz yok. Ekonomik ilişkilerde de karşılıklı çıkarları gözeten işbirliği arayışından çok, ayrıcalık ve avantaj talebinde bulunmaya yönelik bir tutum içindeyiz. 

Açıkçası kendimizi fazla değiştirmeden başkalarının bize karşı değişmelerini, sanki dünyanın bize uymasını bekliyor gibiyiz. Gerçekçi olmadığı gibi artık zorunluluğunu anlamış olduğumuz dönüşüm çabasını tavsatmamıza da yol açan bu ruh halinden hep birlikte çıkmaya çalışmalıyız.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019