Kimselere görünmeyen hayalet

Edebiyatımızın iyi öykücülerinden Başar Başarır’ın “Bir Türkçe romansı” altbaşlığıyla yayınladığı ilk romanı “Sibop” Can Yayınları etiketiyle bugün raflarda. İşte kitaptan tadımlık bir bölüm…

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

1966 yılının yaz başlangıcıdır. Kerim sene sonu sınavlarına girmez, yüksek ticaret mektebini üçüncü sınıftan terk eder. Oyuncu olmak istemektedir. Arada şiir de yazar ama aklı fikri sahnededir. Fakülteden sınıf arkadaşı Oruç bu yolda onunla birlikte yürüyecektir.

Bir müddet boşta kalırlar. O yıllarda tiyatro denen şey neredeyse tamamen resmî bir iştir. Parayı devlet verir, oyuncular devlete memur olur. İstanbul’da perde açan bir avuç özel teşebbüs ise salon ve sermaye eksikliğinden şikâyet etmektedir.

İki kafadar çalmadık kapı bırakmamacasına yaz boyu iş arar. Tam ümitlerini kaybetmişken bu arayışları beklenmedik bir şekilde meyvesini verir. Yeni kurulacak bir kumpanya çıkar ortaya. Derhal oyunculuk için namzet yazılırlar. Okul sahnesinden az çok tecrübeleri bulunmaktadır. Bu sayede kabul olunurlar. Fakat heyhat, ortada sabit bir maaş yoktur. Oyun başına, hasılattan ufak bir pay alacakları söylenir. Patron bu konuda münakaşa kabul etmez. İki arkadaşın tiyatro dünyasında tanıştıkları ilk patron Bay İhsan olacaktır, namı diğer İhsan Hoca. Ülkenin en önemli sahne duayeni olarak tanınan bu adam bir bankanın desteğini de arkasına alarak özel bir tiyatro kumpanyası tesis etmek peşindedir. Kerim’in ileride de muhtelif vesilelerle tecrübe edeceği gibi, patron denen şey birbirine çok benzer. Esasen sanatçı olsun, tüccar olsun fark etmez. Patron patrondur. Hemen hepsi karakter kaybından mustariptir. Ama bu güruhun içinde Bay İhsan’ın yeri ayrıdır. İçindeki ruh uçunca insandan geriye kalan enkaz neyse, Bay İhsan tam da odur, yani bildiğiniz p..t. Tiyatro sanatının kitabını yazmış bu adam aynı zamanda adinin bayağısı, gaddar bir işverendir. Yanında çalışanları öldürmez, ama sürüm sürüm süründürür. İş verir, emir verir, bayram, seyran, hafta sonu demeden gece gündüz köpek gibi çalıştırır ama karşılığını asla ödemez.

Kerim arada sırada sorar can yoldaşına:

“Para nedir Oruç?”

“Bizde olmayan, patronun da vermediği.”

Bu bayat şakaya iki donsuz kâh kâh güler.

İhsan Hoca’dan alacakları nihayetinde üç otuz bir paradır. Lakin sormaya yanına bile yaklaşamazlar. İhsan uyanığı arada şakirtlere ölmeyecek kadar bir ödeme yapar. Sözde herkesin alacağını kuruş kuruş hesaplayıp kenarda biriktirmektedir. Gerisi alacak defterine yazılır. Böylece kimse kumpanyayı kolay kolay bırakıp gidemez. Patronun ne işi biter ne oyunu ne de parası.

Çalıştıkları sahne küçüktür. Cadde-i Kebir’e çıkan yokuşlardan birinde yeni inşa edilmiştir. Oyuncuların hayatı sezon boyunca bu binada geçer. Gündüzleri kenarında ezber yapıp geceleri üstüne çıkarlar. Ayrıyeten gidecek bir evi olmayanlarla uzakta oturanlar hep bu binada yatar. Temsilden sonra salon seyircilerden tamamen boşalınca muhtelif köşelerine yatak serip uyurlar.

Ertesi yıl Bay İhsan’ın Ankara’dan öğrencisi olan iki kardeş gelip ekibe katılır: Tarık ve kız kardeşi Şule. O sezon bir okuma tiyatrosu koyarlar. Oyun çok tutar. İhsan Hoca işte buna pek sevinir. Çünkü okuma tiyatrosu işin en ucuzudur. Dekor yoktur, kostüm nerdeyse yoktur. Işık tesisatı da azdır, acemi bir çırak tek başına hepsinin üstesinden gelir. Tam Bay İhsan’a göredir bu usul: masraf asgari, hasılat tam.

Okuma tiyatrosunda oyuncuların dördü, beşi sahneye çıkıp birer tabureye tüner, sırayla konuşur. Aslolan metindir. Ve ses! Ahali gözlerini kapatıp koltuğa gömülür, seslerden örülü gölgeli kıpırtısız bir sahnede hayallerini kovalar. Kimi o sesi beğenir, kimi bunu.

Kerim ne kadar hakikiyse, Tarık o kadar sahtedir. Daima büyük konuşur sahnede. Perdesi dardır ama sesi gür çıkar, yankısı daima yan cebinde. Sanki dinleyenden bir şeyler bekler, talepkârdır.

Arzusu beğenilmek olan, her konuşmasında “ben de ben” diyen bir gırtlak. Herkes yapamaz bunu. Örneğin Oruç genellikle alçak sesle, sessiz harfl erle konuşur. Bastırılmış, susturulmuş, korkutulmuş. Kuyruğu bacaklarının arasında. Bazen susar, minik mimiklerle, jestlerle anlatır derdini. Bir gözü daima Şule’de. Diyeceği vardır ona, açılacağı, ilan edeceği. Bir türlü içinden çıkaramadığı ukdesi. Oruç, Şulevi hastalığa tutulmuş.

Şule sahnede zaten bir peridir, sesi de peri gibi yumuşak çıkar. Akustik bir büyü dökülür dudaklarından, öte diyarlardan gelme. Konuşmak yüzüne çok yakışır. Anlatırken haz alır, dinlenirken mutlu olur, mutluluğu seyircinin içine işler. Sesiyle esir alır. Belki biraz zorlamadır, belki biraz fazla iyi. Ama işe yarar bu fazlalık. İstanbul seyircisi beğenir, büyülenir, her türlü yalanına kanmak ister Şule’nin. Büyük alkışlara alışır Şule.

Pinti İhsan teksir parasına dahi kıyamadığından oyuncular kendi rollerini, yerine göre bütün piyesi, ceplerinde taşıdıkları küçük defterlere kendi elleriyle kopya eder, ezberini oradan çalışır. Kerim zaten tepeden tırnağa ezberdir. Bir kere okur, bir kere yazar, sonra da asla unutmaz. Sahneye çıktı mı teklemeyen, sektirmeyen bir marşandiz gibidir. Tek bakışta bütün bir rolü, bir okuyuşta bütün piyesi ezberlediği söylenir. Kerim hafızadan ibaret.

Bazı geceler Tarık metne sadık kalmak yerine oyuna kafasına göre eklemeler yapar, Kerim’i şaşırtmaya çalışır. Şule de ona ayak uydurup oyun içine oyun katar, işler karışır, eğlence uzar, temsil bir türlü bitmez.

Tekcan araya girer, perde iner:

“Hilal-i Ahmer’e çalışmıyoruz burada. Hadi bakalım, harç bitti yapı paydos.”

Tekcan patronun başlarına diktiği bekçi köpeğinin adıdır. O da bu sahnede şansını denemiştir, yeteneksiz bir oyuncu eskisi. Maalesef ki dili her söze dönmez, bazı harfi ne yapacağını bilemez. Yanakları daima kırmızı, tam bir dağdan kestim kereste...

Başlarda bu haliyle dalga geçerler ama Tekcan hepsinden uyanık çıkar. Bay İhsan’ın gözüne girer, bir çeşit vekilharç olur. Kasanın anahtarını beline asar. Mamafih yaradılıştan kötü bir şahsiyet olmadığından, sonradan kötü olmaya çalışanların eksikliği Tekcan üzerinde kuvvetle belli olur. Kafası biraz karışıktır. Kızaran yanaklarından işlediği kabahati okunur.

Tekcan salondaki ahaliyi savdıktan sonra gişeden hasılatı kaldırır, hemen kaloriferi söndürür:

“Para yanıyor, para!”

Sonra hasılatı kasaya kilitler, salonun kapılarını sahnedekilerin üzerine kapatır, anahtarı beline asıp gider. Boğaz’ın buz tuttuğu, Haliç’teki yağ iskelesinde kayıkçıların sandalları kıyıya çekip havanın ısınması için dua ettiği günlerdir. İnsan nefesi eksilince salon berhaneye döner. Orada yatmak zorunda kalanların, geceleri soğuktan kulakları acır, içi kanar. Birbirlerine yanaşıp ısınmaya çalışır fukara emekçiler.

Kerim bu soğuk gecelerde bazen kendine kızar. Annesinin Erenköyü’ndeki konağında gürül gürül yanmakta olan tuğlalı sobayı hayal eder.

“İnsan kendine yaptığını gâvur domuzuna yapmazmış. Kendi kendine ettin Kerim. Sıçtın bıraktın hayatının ortasına. Yaz bunu bir kenara oğlum, atlama.”