Çavuşesku Sarayı'ndan Drakula Şatosu'na Romanya

Romanya'nın lezzetlerini anlatmıştım geçtiğimiz hafta. Bu kez konumuz Drakula'nın Şatosu'ndan Peleş Kalesi'ne Transilvanya'nın kimi şehirleri ve yaşam kültürü.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Bir kitabın sayfaları arasında kaybolmak, kahramanlarını, geçtiği mekânları hayal etmekle başlar. Onu okuyan kaç kişi varsa, o kadar da hayal edilmişlik ve çeşitlilik söz konusudur. Prontotur'un "Yazarlarla Kitap Turu" projesi bu anlamda çok ilginçti. Çünkü, Romanya'ya gidecek Gülşah Elikbank'ın "Yalancılar ve Sevgililer" romanını hayallerden gerçeklere dönüştürüp mekânlarına dokunabilecek, aynı havayı kokladığımız kahramanlarının resimlerini görebilecektik. Bu yolculuğun edebi hikâyesini 7 Ekim'de Dünya Gazetesi ile birlikte ücretsiz verilecek Dünya Kitap ekinde ayrıntılarıyla anlatacağım.

Burada, eğer Romanya'nın merkezinde yer alan Transilvanya'nın ortasından bir çizgi çekersek aşağıda kalan kesimdeki kentlerden, bölgenin yaşam kültüründen söz etmek istiyorum. Üç - dört günlük mini bir Romanya turu için rehber diyebiliriz bu anlattıklarıma. Bakın biz nasıl yaşadık güney Transilvanya'yı:

Türk Havayolları'nın TK 1043 nolu tarifeli seferi sabah 07.10'da hareketle geleneksel THY konukseverliği, lezzetli bir kahvaltı eşliğinde bizleri bir saati bulmayan bir uçuş sonunda Bükreş Henri Coanda Havalimanı'na ulaştırdı. Henry Coanda, Romanyalı bir mucit. 1910 yılında ilk jet motorlu uçağı üretmiş.

Panoramik Bükreş turu

Havalimanı şehre yakın, sadece 16 kilometre. Programda panoramik Bükreş turu var: Cumhuriyet Meydanı, Romanya Büyük Kütüphanesi, Zafer Takı, Bükreş Üniversitesi Binası, Milli Tiyatro, Kraliyet Sarayı, Cretulescu Kilisesi, St. Stavropoleos Kilisesi göreceğimiz yerler arasında. Bükreş, Romanya'nın başkenti ve en büyük şehri. Doğu'nun Paris'i olarak da biliniyor. Romanya Avrupa Birliği üyesi bu nedenle Schengen vizesi istiyor. Para birimleri Romen Lei'i ve bence en önemli özelliği, çok farklı bir kâğıttan yapılmış olması. Yumuşak, kaygan, ipek gibi bir kâğıt. Paraya dokunmanın keyfini yaşatıyor (!), desem abartmış olmam… Bu arada kredi kartınızı ancak büyük şehirlerde, alışveriş merkezlerinde ve nispeten pahalı restoranlarda kullanabiliyorsunuz. Kırsal kesimde kredi kartı kullanımı çok sınırlı.

Calea Victoriei Caddesi üzerinde, Devrim Meydanı'na gelmeden "Teatrul Odeon" isimli tiyatro binasının hemen önünde Mustafa Kemal Atatürk Meydanı'nda bir Atatürk büstü bulunuyor. Büst üzerinde Türkçe ve Romence olarak "Türkiye Cumhuriyeti'nin Kurucusu" ve "Yurtta Barış, Cihanda Barış" yazıyor. Hepimiz duygulanıyor, önünde fotoğraf çektiriyoruz.

Biz gidemedik, ama Köy Müzesi, Doğal Tarih Müzesi (Grigore Antipa Müzesi), Jeoloji Müzesi, Ulusal Müze, Anqteneum konser salonu ve Bükreş Türk şehitliği görülecek yerler arasında. Taksi ücretleri oldukça makul, her yere telefonla çağrılanları tercih ederek taksiyle gitmek mümkün.

Restoranlar açısından çok zengin olmayan bir şehir Bükreş. Belki de bu nedenle öğle yemeği için ise TripAdvisor sitesinde 5 üzerinden 4,5 puanla derecelendirilmiş ve Bükreş bölgesindeki bin 561 restoran arasında 12. sırada listelenen Hard Rock Cafe'ye gidiyoruz. Amerikan usulü dev hamburgerlerden oluşan bir mönü bekliyor bizi…

Dev bir bina…

Ve Parlamento Binası… Çavuşesku Sarayı da deniliyor. Pentagon'dan sonra dünyanın ikinci en büyük yönetim binası. Binin üzerinde odası olduğu söyleniyor. Uzunca bir sıra bekleyişten sonra salonları dolaşmaya başlıyoruz. Rehberimiz Vlad, Çavuşesku tarafından yaptırılmaya başlandığını, 1 milyon metreküp mermer kullanıldığını söylüyor. Çavuşesku'ya burada oturmak nasip olmamış, çünkü öldürüldüğünde inşaatı sürüyormuş; bina, halen de bitmemiş. Devasa salonlar, göz alıcı mermerler, avizeler, şamdanlar (480 şamdan, bin 409 avize olduğu söyleniyor), camdan tavanlar… Birkaç saatte yapının ancak yüzde biri falan gezilebiliyor. Bu arada rehberimizin anlattığına göre binada havalandırma sistemi bulunmuyor, bir görüşe göre Çavuşesku'nun üşütmekten korktuğu, diğer bir yoruma göre ise klimadan zehirlenebileceği endişesiyle böyle yaptırttığı söyleniyor.

Halen Romanya Parlamentosu, uluslararası konferans merkezi ve "Romanya Çağdaş Sanat Müzesi" olarak kullanılan binanın balkonuna çıkıyoruz. Kent ayaklarımızın altında. Tam karşımızda Şanzelize gibi bir cadde uzanıyor: Unirii Bulvarı. Eski adıyla Sosyalist Zafer Bulvarı. Söylenilen o ki benzetilmek istendiğinden biraz daha uzun, biraz daha genişmiş. Tıpkı Bükreş Zafer Takı'nın Paris'tekinden daha yüksek yapıldığı gibi…

Braşov'da doğa ile içiçe

Balkondan kente el salladıktan sonra Braşov'a hareket etmek üzere aracımıza dönüyoruz. Bükreş'e 165 kilometre mesafede bulunan Braşov, Romanya milli marşının doğduğu şehir, Golden Stag Uluslararası Müzik Festivali'ne de ev sahipliği yapıyor. Kışları kayak turizminin merkezlerinden birisi. Otelimiz, kayak yapılan tepelerden birinde. Gülşah'ın kitabının kahramanlarına uygun bir isim taşıyor: Dracula Hotel… Ormanın içine sığınmış yeni bir bina, ama gizemli bir şato havası yaratılmak istenmiş. Temiz hava, bol oksijen ve odamın bulunduğu çatı katındaki penceremden gözüken gökyüzünü ve tabii ki günün yorgunluğunu bırakıp akşam yemeği için ayrılmak, epey zor geliyor.

Bölgenin yemeklerini geçtiğimiz hafta yine bu köşede yazdığım için (http://www.dunya.com/ehlikeyf/bir-romanin-pesinde-actik-romanya-yelpazesini-haberi-329931) yolculuk programımızla devam edeceğim.

Bir kayak merkezi: Sinaia

İkinci günün sabahı Sinaia için hareket ediyoruz. Braşov'dan 50 kilometre yolumuz var. Yine bir kayak merkezi. Bucegi Dağları ile çevrili. Zirve, 2 bin küsur metre yükseklikte ve şehirden teleferikle çıkmak mümkün. Biz, araçla çıkıp teleferikle ineceğiz.

Romanya'nın dünyaya açılmasıyla gittikçe popülerleşen Sinaia 1900'lerde aristokratların tatil mekânıymış. Birbirinden güzel şatolar, villalar, manastırlar, kiliseler var, yol boyunca aralarından geçiyorsunuz. Her biri ayrı bir tarzda. Kimisinde ülkeye adını veren Romalıların etkisi var, kimisinde savaştıkları Osmanlı'nın. Bazen Alman, bazen Rus dokunuşlarını da görüyorsunuz…

Sinaia şehrinde gezilmesi gereken tarihi yerler arasında Sinaia Manastırı ve Peleş Kalesi geliyor. Manastır XVI. yüzyılda Prens Mihail Cantacuzino tarafından yaptırılmış, şehir daha sonra bu manastırın çevresinde gelişmiş. İki avludan oluşan binanın giriş avlusunun orta yerinde 1846 yılında yapılmış parlak kırmızı tuğlalarla ve renkli nişlerle süslü bir Ortodoks kilisesi bulunuyor. Avluda ayrıca küçük bir müze ile bir çan kulesi de yer alıyor. Manastırın ikinci avlusunun ortasında yer alan küçük kilise 1695 yılında Bizans tarzında yapılmış. İkinci avlunun çevresinde Bucegi Dağları'ndaki keşişlerin yaşam alanları yer alıyor.

Masal şatosu

Peleş Şatosu'na manastırdan yürüyerek ulaşmak mümkün. Ağaçlıklı yol, nehir ve şelalelerin sesi eşliğinde bizi masallarda karşılaşabileceğimiz bir şatoya götürüyor. Şatoyu Romanya'nın ilk kralı I. Carol yazlık olarak yaptırmış, ama inşaat o kadar uzun sürmüş ki bittiğini görememiş. 160 odalı bina, asansörü, sinema salonu, merkezi ısıtması ve aydınlatması, elektrik kullanılması ile 1800'lerin en modern yapılarından birisi.

Ayakkabılarınıza galoş geçirerek gezdiğiniz şatoda yerler değerli halılarla kaplı. Ahşap işçiliği tavanlarda, kapılarda, duvarlarda hep kendini belli ediyor. Vitraylı tavanlar, halılar, vazolar, avizeler, resimler ve I. Carol ve eşinin hazin çocuk hikâyesi bambaşka bir dünyaya sürüklüyor gezenleri… Duvarlardaki Klimt tabloları hemen fark ediliyor. Harika bir kütüphane, kütüphanedeki kitaplık görünümünde gizli kapı ise polisiye merakımızı uyandırıyor.

Şatonun biraz ötesinde Pelişor Sarayı yer alıyor. Ama kapanış saati geldiğinden kılı kılına dolaşabildiğimiz Peleş Kalesi'nin hayalleri ile bahçedeki cafe'de tatlılarımızı yiyip kahvelerimizi yudumlamayı tercih ediyoruz.

Avrupa'nın en dar sokağı

Üçüncü günümüz Braşov turu ile başlıyor. Söylediğim gibi biz, şehrin surlarının bin yediz yüz metre kadar üstünde bir yerlerdeyiz. Dağın tepesinden döne döne iniyoruz kente. 8 yüzyıllık bir şehir bu. Kentin meydanında Kara Kilise yer alıyor. Gotik kilise, 14. yüzyılda yapılmış, 17. yüzyıldaki yangından sonra siyaha dönen duvarları nedeniyle bu adı almış. İçinde değerli Osmanlı halılarının sergilendiği bir bölüm bulunuyor. Kiliseye çıkan sokaklardan birisi, Avrupa'nın en dar sokaklarından. İki kişi yan yana geçemez, desek yeridir.

Tabii ki müzeleri de var Tarih Müzesi, Sanat Müzesi, Etnoğrafya Müzesi… İki de kule bulunuyor Siyah Kule ve Beyaz Kule. Şehrin hemen yanında yükselen Tampa Dağı'na ise teleferikle çıkmak mümkün. Kara Kilise'den itibaren upuzun caddenin kenarları da ortası da güzel cafe'lerle bezenmiş. Gençler, yaşlılar herkes sokaklarda sonbaharın güneşli son günlerinin keyfini çıkarıyorlar. Tabii hem sahaflar, hem yeni kitap satan kitapçılar da var. Bir cafe'nin tüm duvarları kitaplarla kaplı, adı da Bibliotheque Cafe…

Drakula Şatosu

Öğleden sonraki programımız ise Bran… Bran da küçük, yemyeşil bir kasaba. Drakula Şatosu ile tanınıyor. Aslında Drakula ile bir ilgisi yok. 14. yüzyılda Türk saldırılarına karşı yapılmış, bir roman nedeniyle bu adla anılmaya başlamış. Dünya Kitap'ta ayrıntılarıyla anlatacağım. Şatoya yerel ürünlerin satıldığı bir parkın içinde geçerek tırmanılıyor. Burada Gülşah Elikbank'ın kitabından kahramanlarından birinin değerlendirmesiyle anlatayım şatoyu. Benim de yorumum aynı:

"Kadir sitem eder gibi, ‘Hollywood sağ olsun, sayelerinde burası tam bir turizm kasabası oldu,' dedi. Sonra ekledi, ‘Oysa Vlad (yani Drakula veya Kazıklı Voyvoda F. Ş.), Targovişte'deki bir şatoda yaşamıştı, burası yani Bran Kalesi, kitapta bahsi geçen şato, para kazanmak, turist çekmek için yapıldı.

Küçük bir odada Vlad Tepeş'in soy ağacı vardı ama asıl dikkat çeken Kadir'in sürekli vurguladığı Hollywood etkisiydi. Bram Stoker'in Drakula'sı, Vlad Tepeş'in ününü geçmişti. Gerçekleri kimse umursamıyordu. Her yerde bugüne kadar çekilen filmlerdeki aktörlerin fotoğrafları, kitabın çeşitli versiyonlarından örnekler vardı. Bir de cam bir kabinin içinde Vlad Tepeş'in pelerinli kıyafeti sergileniyordu."

Bu nedenle şatonun içindeki daracık koridorlardan tırmanıp merdivenlerden çıkmadım. Kapısına kadar gitmeme rağmen geriye dönüp bir cafe'de Vlad'ın babası Marian'la kahve içerek sohbet etmeyi tercih ettim. Marian, Ankara'da da bulunmuş bir askeri ateşe. Şimdi emekli, Romanya'yı onun değerlendirmeleriyle dinlemek epey ilginçti.

Eve dönüş

Romanya yolculuğunun dördüncü günü yine Bükreş sokaklarında dolaşarak geçti. Akşam olup da Türk Havayolları'nın TK 1046 nolu tarifeli uçuşu ile 21.15'te İstanbul'a hareket etiğimizde hepimiz keyifli bir yorgunluk içindeydik. Yolculuk boyunca gidilen yerlerin hemen hepsi Gülşah'ın etkilendiği, ilham aldığı, romanında bahsettiği mekânlardı... Üç gün boyunca Karpat Dağları'nın üzerinde kuşlar, atlar, hatta gerçek ayılarla ve tabii ki öykülerle dolu bir dünyadaydık; bu yolculuktan da heybemizde çok şey biriktirerek dönüyorduk.