Eleştiri, olmadan demokrasi olmaz

Güventürk GÖRGÜLÜ
Güventürk GÖRGÜLÜ PAZARLAMA 3.0 guventurk@portakalonline.com

Herhalde aramızda Sokrates'i tanımayan yoktur. Antik Yunan felsefesinin kurucularından Sokrates, bundan 2 bin 400 yıl kadar önce, M.Ö. 399'da Atinalılar tarafından 70 yaşındayken ölüme mahküm edilir ve herkesin bildiği gibi kendisine verilen baldıran zehirini içerek hayatına son verir. Yaşadığı dönemin gençleri arasında oldukça popülerleşen ve geniş bir öğrenci kitlesine sahip olan Sokrates'in ölüme mahkum edilmesinin nedeni ise hayatı, gerçeği, dini, devleti sorgulaması, bu yolla da gençlerin kafasını karıştırmasıdır. Sokrates, Atinanın tanrıları yerine başka tanrılar koymakla suçlanır. Mahkemede Platon tarafından aktarılan ünlü savunmasını yapar, ancak 500 kişilik heyet tarafından ölüme mahküm edilir. Bu mahkumiyetin Atina'nın ekonomik ve politik yönden çöküş içinde olduğu, bağnazlığın egemenlik kazandığı bir dönemde verilmesi tesadüf değildir. Zira Sokrates; sorgulamayı, eleştiriyi, en önemlisi aklı temel aldığı ve bilgiyi keşfetmenin yollarını ortaya koyduğu için muktedirlerin hedefi haline gelmiştir.

Sokrates'in ve ondan sonra yaşanan benzeri yüzlerce, binlerce öykü, günümüz demokrasilerinin neredeyse önkoşulu sayılan düşünce ve ifade özgürlüğünün temellerini oluşturur. Bunların en çok bilinenlerinden biri de Roma'da Engizisyon tarafından yargılanan Galileo Galilei'nin öyküsüdür. Galileo 1633'te güneş merkezci teorisi nedeniyle kafirlikle suçlanmış, çalışmaları yasaklanmış, kendi düşüncelerini lanetlemesi istenmiş, ev hapsine mahkum edilmiş ve kitap yazması  yasaklanmıştır. Kilise'nin düşünsel egemenliğindeki Ortaçağ Avrupasında düşünmenin neredeyse yasaklanmasının yol açtığı yıkım, sefalet ve barbarlık, ilerleyen yüzyıllarda bireysel özgürlüklerin ve en önemlisi de ifade özgürlüğünün insanlık için vazgeçilmez bir temel yasa haline gelmesini sağlamıştır.

Önceki yazılarımda da sık sık değindim. Hatta pazarlama temalı bir köşeye zaman zaman fazla gelecek kadar tekrarladım; İfade özgürlüğü, dünyadaki insan varlığının ve uygarlığının ilerlemesinin temel taşıdır ve sınırsızdır. Düşüncelerin açıklanmasını sınırlamak, insanlığın ilerlemesini sınırlamak anlamına gelir ki, bu da insanlığa düşman olmakla aynı şeydir. Bugün topluma aykırı veya rahatsız edici gelen bir düşüncenin ileride kurtarıcı olup olmayacağını bilemeyiz. Zira teknolojik gelişmenin de, inovasyonun da, ekonomik büyümenin de tek yakıtı dünyayı sorgulamak, yeni bilgiler ortaya çıkarmaktır. Bunun için de sınırsız bir şekilde düşünmek ve düşünülenleri sınırsız bir biçimde ifade etmek gerekir. Buna ekonomik, politik, dini, ahlâki her türlü görüş de dahildir. 

Düşünce ve ifade özgürlüğünü bir kenara bırakıp kendini bir kişinin veya bir grubun tasarrufuna terk etmiş hiçbir toplumun uzun vadede bundan yarar görmediğini, hatta felakete sürüklendiğini 20. yüzyılın totaliter tecrübelerinden çok iyi biliyoruz. Bugünün Müslüman dünyasındaki iktidar sahiplerinin de tıpkı Ortaçağ kilisesi gibi kendi halklarını nasıl bir düşünsel çoraklığa sürüklediklerini, bunun sonucunda ortaya Ortaçağ Hristiyanlığına benzer bir yıkımın, yokluğun ve barbarlığın çıktığını gözlerimizle görüyoruz.    

Türkiye'nin içinde bulunduğu coğrafyada petrole dayanmadan gelişebilmesinin, çevresindeki petrol zengini olan veya olmayan Müslüman toplumlar tarafından en yaşanabilir ülke olarak görülmesinin nedeni de tüm eksikliklerine rağmen Osmanlı'dan bu yana geliştirmeye çalıştığı demokrasisi değil mi? Tabii hem toplumsal hem de düşünsel farklılıklarımızı birarada tutmayı daha fazla başarabilseydik kuşkusuz bugünkünden çok daha zengin, çok daha huzurlu bir toplum haline de gelebilirdik. Daha önce söylediğimiz gibi, eksik gedik de olsa bu demokrasi ve özgürlük düzeyimizle fakir ülkelerin de en zengini durumundayız. Ama unutmayalım ki, yine aynı nedenle zengin ülkelerin de en fakiriyiz. 

Şimdilerde ise demokrasiye ve çoğulculuğa doğru attığımız tüm adımları geriye doğru atar durumdayız. Sadece yönetenlerin konuştuğu,doğruların tek bir bakış açısına sabitlendiği, değişik  düşünenlerin dışlandığı, sesinin kısıldığı, bir dönemden geçiyoruz. Geçiyoruz diyorum, çünkü bu dönemde uzun süre kalamayacağımız ortada. Bulunduğumuz yerde bir süre daha kalmamız durumunda kısa sürede derin bir karanlığa yuvarlanma ihtimalimiz çok büyük. Bu ihtimali yok etmenin yolu ise en kısa zamanda daha çoğulcu bir topluma doğru adım atmak. 

Ancak son bir haftadır gündemi meşgul eden akademisyenlerin barış bildirisi gibi olaylara gösterilen tepki, bizim böyle bir adımdan hayli uzak olduğumuzun bir kanıtı. Devlete yöneltilen eleştiriler, devleti yönetenler tarafından ihanet olarak kabul edildiğinde, yönetenlerin aklının mutlak doğru olduğu sonucu çıkıyor ki, böyle bir mutlak doğrunun olmadığı Sokrates'ten beri defalarca kanıtlanmış durumda. 

İnsanlığın şimdiye kadar bulabildiği en iyi yönetim şeklinin tüm eksikliklerine rağmen demokrasi olduğuna sanırım pek fazla itiraz gelmeyecektir. Demokrasi dediğinizde ise çoğulcu bir politik yapıyı kastediyoruz. Yani “bir kişi söylesin herkes onu dinlesin” değil, “herkes söylesin, herkes dinlesin, toplum böylece doğru yolu bulsun” anlayışının yerleşmesi gerekiyor. Demokrasiyi, tüm toplumsal iradeyi dört beş yıllığına bir kişiye devretmek şeklinde anladığımızda, ne inovasyonun, ne stratejinin, ne pazarlamanın ne de başka  bir şeyin anlamı oluyor. 

Bu nedenle akademisyenlerin ve onlara destek veren değişik mesleklerden onbinlerce kişinin eleştirilerini, önerilerini, siyasi iradenin ihanet değil tam aksine katkı olarak kabul etmesi, dinlemesi, değerlendirmesi ve gereğini yapması gerekiyor. 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Orta vadeli temenniler 21 Eylül 2018