Başkanlık: “Quia par in parem non habet imperium”

Gündüz FINDIKÇIOĞLU
Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ debrovian@gmail.com

“Bir Ortaçağ siyasal teolojisi çalışması”: Ernst Hartwig Kantorowicz’in 1957’de basılan ve büyük övgülerle karşılanan “Kralın İki Vücudu” (The King’s Two Bodies) isimli eserinin alt başlığı buydu. Zamanında o kadar övülmüş ki, eser Frederic William Maitland’ın 1907’de çıkan kitabı ile –değişmez klasik “Domesday Book and Beyond”- karşılaştırılmış. Hatta bazılarına göre Orta Çağ siyasal düşüncesi üzerine yazılmış en önemli kitap olabilir. Elbette Machiavelli öncesi İtalyan siyasal düşünce tarihini de –mesela Marsilio da Padova’nın Dante’nin ölümünden üç yıl sonra 1324’de çıkan müthiş kitabı “Defensor Pacis”, Hıristiyan Kabbalah’sından 17. yüzyıl başında Bohemya’da “kış kralına” götüren Christian Rosenkreutz heyecanının politik çıkarımlarını da hesaba katmak gerekiyor. Elbette aynı zamanda bir siyaset düşünürü olan Dante’yi bu yönüyle de ele almak gerekiyor. Ve daha çok şeyi. 

Zamanla Kantorowicz de eleştirildi; lâkin kitabının klasik niteliği değişmedi. Ama çalışmanın işaret ettiği yön herkesin hoşuna gitmemişti: Mesela Nazizme yatkın olan “muhafazakâr devrimci” Carl Schmitt ve Kantorowicz ideolojik açıdan akraba mıydılar? Gerçi büyük Medievalist Kantorowicz, gençliğinde Almanya’da komünistlerle sokak çatışmasında yaralanacak kadar antikomünist olmasına rağmen, göç ettiği ABD’de McCarthy döneminde “Bağlılık yemini et” dendiğinde hayır demekle kalmayıp olabildiğince mücadele etmiş. Akademik özgürlüğe müdahale olarak gördüğü için. Sonuçta Berkeley’den ayrılmış. (Sonrasında Princeton, meşhur Institute for Advanced Study’de, daimi bir akademik pozisyon vermiş.) 

Büyük aristokratik entelektüeller böyle davranır. Ve zaten sadece onlar büyük entelektüel olabilirler. 

Konunun dinsel, metafizik ve hukuki yönlerini birlikte düşününce ve ele alınan Tudor kuramının tarihsel zaman ve anlamına bakınca, kitabın alt başlığında siyasal düşünce yerine siyasal teoloji teriminin kullanılmış olmasını doğru bulmak olası. Başkanlık sistemi tartışmasına da, akademik açıdan, buradan başlamayı uygun görürdük.  Ama pratikte durum farklı ve yerimiz dar. Yani? Pratiğe dönelim.

Başkanlık sistemi bir Amerikan icadıdır. Amerika’daki 13 koloninin İngiltere’ye karşı bağımsızlık bayrağını açması, savaşı kazanması ve yeni durumun 1783 yılında imzalanan –14 Ocak 1784’de Amerikan kongresinin kabul ettiği- anlaşmayla Kral tarafından tanınması kolonileri bir soruyla karşı karşıya bıraktı. Bağımsızlık Bildirgesi 4 Temmuz 1776’da yazılmış ve savaş kazanılmadan çok önce kabul görmüştü. İnsan Hakları Bildirgesi henüz yazılmamıştı ve 1791’de kabul edilmesine daha 7 yıl vardı. Ama zaten Fransız Devrimi’ne de henüz 5 yıl olmasına rağmen, özgürlük-eşitlik-kardeşlik fikirleri insanların zihinlerinde ve kalplerinde yer etmeye başlamamış mıydı? 

Lâkin bunlar oldukça soyut prensiplerdi: Yeni devletin siyasi rejimi nasıl olacaktı? Feodalite yeni dünyanın sistemi olmamıştı. Büyük toprak sahipleri yok değildi. Örneğin bizzat General George Washington büyük toprak sahibiydi. Fakat güneydeki kolonilerin plantasyonları feodalite anlamına gelmiyordu. Aristokrasi zaten göçmenlerin asıl ülkelerinden Amerika’ya göç ederken geride bıraktıkları bir “eski dünya” kalıntısıydı. Üstelik o dünyada dahi geleceği belli değildi. Krallık ilan etmek, daha zorba İngiltere kralına karşı yeni savaş kazanmış, rüşeym halindeki bir ulus için hiç de mantıklı ve istenir görünmüyordu. Lakin parlamentoyla gücü sınırlanmış, İngiltere’de 1688 Devrimi (Glorious Revolution) sonrasında ortaya çıkmış olan, “kralın yetkilerinin dengelendiği” krallık dışında, yepyeni bir siyasi rejim düşünmek de kolay değildi. Kralsız bir demokrasi tiranlığa sapmaz mıydı? Bu centilmenler elbette kadim Yunan felsefesinin ışıklı beyinlerini okumuşlardı ve bu konuda filozofların kaygılarını gayet iyi biliyorlardı.

Amerikan Devrimi’nin “kurucu babalarının” zihninde, çeşitli dernekler aracılığıyla, daha önceden deneyimlemiş oldukları bir “müzakereci demokrasi”, centilmenler arası bir forum, kolonilere özerklik tanıyacak bir formül arayışının uyanmasından daha doğal ne olabilirdi? Kurallarla, hesap verilebilirlikle, dengeler ve kontrollerle diktatörlüğe dönüşmesine engel olunacak bir başkanlık sistemi, yeni ve seküler dünyanın “yumuşak ve eksik güce sahip kralı”, temsil ve yönetimin etkinliğini birleştirecek yegane formül gibi görünüyordu. Amerikan başkanı, “imkansız kral” olarak –“soyut kral” kavramına gönderme yapıyorum, güçlü yetkilerle donatılmış, ama değiştirilmesi çok zor bir Anayasa’yla ve yerel meclislerin büyük ekonomik ve idari gücüyle sıkı sıkıya bağlanmış bir yönetici olarak, siyasi tarihe adımını böyle attı. Nitekim ilk iki dönem –8 yıl- başkan seçilen Washington’un üçüncü dönem adaylığını koymamasıyla başlayan “iki dönemden fazla başkanlık yapmama” prensibi –bazı başarısız denemeler ve fiilen gerçekleşmiş bir istisnası vardır: Roosevelt- aslında bir centilmen geleneğidir ve Anayasa’ya 1951’de girmiştir.  

Geri dönelim. Başlıktaki gibi: “Kimse eşitleri üzerinde güce sahip değildir.” Bu, lex digna. İşin özü budur ve 13. yüzyıl siyasal teolojisi bile bu noktadan geride değildir. Ayrıca, dini ve siyasi otoriteler, bir Orta Çağ dünyasında dahi, hem cismani, hem de ideal-düşünsel anlamda “optimus homo” oldukları ve dignitas’a ve humanitas’a örnek teşkil ettikleri ölçüde meşrudurlar. Bu da Dante’nin düalizminin sekülarizme yol açmaya başladığı tez olabilir. 

Kimse Machiavelli öncesi, hatta 13. yüzyıl, İtalyan siyasi ufkundan geride olduğumuzu sanmasın. 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Risk ve yavaşlama 01 Ekim 2019
Fed, resesyon, Türkiye 24 Eylül 2019
Coğrafya ve imparatorluk 17 Eylül 2019
Fed ve dolarizasyon 25 Haziran 2019