Orman, yalnızca içimde mi sürecek?

Faruk ŞÜYÜN
Faruk ŞÜYÜN ODAK kitap@dunya.com

Belgrad Ormanları’na incecikten karların tozuduğu bir kış öğleden sonrasında, dostum Abi ile birlikte gitmiştim. Hamburg’un en güzel restoranlarından biri olan Anleger’in sahibi Zeynel Abidin Yurtsever ile... Kuzey Almanya ormanlarındaki uzun gezilerimizden sonra bu kez İstanbul’daki bu güzel mesire alanında geçirmiştik günümüzü.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde şehrin su gereksinimini sağlamak amacıyla birbirinden güzel kesme taş ve mermerlerden inşa edilen Topuzlu (1750), Valide (1796), 2. Mahmut (1839) bendleri nedeniyle “Bendler” olarak da adlandırılan ağaç denizine daldığımızda, zaman kavramından uzaklaşıp sonsuzluğa doğru uçuyoruz hissine kapılmıştım. Issız ormanda çamurlu yollara dalıp bataklık alanlara gelinceye dek sürmüştük otomobilimizi. Sararmış eğrelti otları, yapraklarını bırakmamak için aylardır direnen, ancak rüzgârlara dayanamayıp yitirmenin hüznünü yaşayan meşeler, film sahnelerini anımsatırcasına tozuyan kar, hemen 45 kilometre ötedeki Karadeniz’e kadar uzayacak olan yolculuğumuzu daha da çekici kılmıştı.

Bu arada Abi’ye malûmatfuruşluk yapmış, Romalılar döneminden beri varolan Belgrad Ormanları’nın isminin, Kanuni Sultan Süleyman’ın Belgrad Seferi’nden dönerken getirdiği esirleri bu bölgeye yerleştirmesinden dolayı verildiğini, onların yaşadığı köye Petra dendiğini, bu adın 1898’de kaldırıldığını anlatmıştım.

Uzun yıllardır Almanya’da yaşayan Abi, şehrin neredeyse göbeğinde, Levent, Maslak, ardından Bahçeköy ya da Kemerburgaz tabelalarını izleyerek gidilebilen bu alanın hâlâ korunuyor olmasına, yapılaşmaya izin verilmemesine doğaya âşık bir insan olarak çocuklar gibi sevinmişti.

Güzel suları, minik göletleri, koşu parkurları, piknik alanları, geyik yetiştirme çiftlikleri, kafeteryaları ile çılgın kalabalıktan kaçılacak bu önemli alanın bırakılan çöp torbalarıyla kirletilmesi ise içimizi acıtmıştı. Burada Neşet Suyu ve de ünlü yazar Falih Rıfkı Atay’ın adını taşıyan mesire yeri de güzeldi, ama biz 5 bin 300 hektarlık bu alanın en yüksek yeri Kartaltepe’ye tırmanmış, karşıdan karşıya koşuşan tavşanlara yol verebilmek için de çok dikkatli davranmıştık. Meşe, gürgen, kayın ve kestane ağaçlarının arasından onları ayırt edebilen insanların ayrıcalığının tadını çıkara çıkara saatlerce ormanda gezindikten sonra, hemen çıkıştaki Atatürk Arboretumu’na selam yollayıp daha kuzeye, Karadeniz’e doğru çevirmiştik rotamızı. Yolun iki tarafındaki birbirine yakın yerleştirilmiş yapılar bile huzurumuzu bozamamıştı. Ve nihayet Karadeniz, uzakta sonsuz bir mavilik olarak gözüktüğünde, minik bir gölün bulunduğu tepeden dakikalarca seyretmiştik onu. Kilyos’un sahiline vuran azgın dalgaların köpükleri, aralık camdan içeri sızan iyot kokusu, rüzgârın uğultusu eşliğinde sürmüştü yolculuğumuz. Ufku görebilmenin rahatlatıcı keyfini çıkardıktan sonra Sarıyer’e yönelmiştik. Bu iniş sırasında Hünkâr, Kestane ve Fındık Suyu mesire yerlerini anımsamıştım? Çocukluğumda vazgeçemediğimiz haftasonu mekânları iken, günümüzde piknik alanı olarak kullanılamıyorlardı. Çünkü yapılaşmaya yenik düşmüşlerdi. Hünkâr Suyu, Fındık Suyu mesire yerlerinin bulunduğu yere Hünkâr Suyu Su Fabrikası kurulmuş, 1930-1974 yılları arasında faaliyet göstermişti. Artık, onun da yerinde yeller esiyordu.

Anımsadığım kadarıyla Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi isimli eserinde Fındık Suyu, Hünkâr Suyu, Kestane Suyu denilen menbalarıyla ünlü ve ormanlık mesire yerlerinde vaktiyle üç ayrı Rum manastırından ve buralarda mevcut bulunan latif suların da aynı manastırın ayazmalarının olduğundan da bahsediyordu. Mazi kalbimde bir yaradır ne diyeyim!.. Mazi deyince, 1914 yılında yapılmış meşhur Çırçır Suyu çeşmesi de var Sarıyer’de, ama ne yazık ki suyu akmıyordu. Yine de hiçbir şey o günü belleğime kazıyan Belgrad Ormanları’nın huzurunu bozamamıştı. Şimdi ise korkuyorum, orman, yalnızca içimde mi sürecek?!

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar