Marangozlar iş başına

Tamer MÜFTÜOĞLU
Tamer MÜFTÜOĞLU KOBİ'LERDEN GİRİŞİMCİLİĞE

Bu yazı 12 Temmuz’da kaleme alınmıştır. Yeni hükümetimizin, bizzat Başbakanın ağzından “düşmanlarımızın sayısını azaltıp dostlarımızın sayısını artıracağız” sözleriyle seslendirdiği yeni dış politika stratejisi; arkasından Rusya ve İsrail ile ilişkilerimizin düzeltilmesi ve Mısır ile ilişkilerin düzeleceğine dair beyanatlar, Suriye politikamızda yeni gelişmelerin beklenebileceğine ilişkin işaretler, AB üyeliğimizin öneminin sık sık vurgulanması ülkemizin rasyonel bir dış politika sürecine girmeye başladığının sinyallerini veriyor. Dış dünya ile kurulmaya başlanan bu köprülerin, ülke içindeki kutuplaşmaları da ayrışmadan birleşmeye dönüştürecek gönül köprüleri ile genişletilmesi gereğine ilişkin dilekler ve bu dilekleri gerçekleştirmeye yönelik kıpırdanmalar ve yaklaşımlar ülkemizin geleceğine ilişkin umutlarımızı artırıyor. Zira bu tür bir dönüşüme çok, ama çok ihtiyacımız var.Bugünkü yazımızda böylesi gönül köprüleriyle ilgili bir hikayeye yer vermek istiyoruz. Hikayemiz bir baba ile iki oğlunun hikayesi. Hikayemize göre baba çalışıp çabalayarak varlığını yoktan var etmiş başarılı bir iş adamı. Kendisinin yaşamak zorunda kaldığı sorunları yaşamasınlar diye iki oğluna da çok iyi eğitim imkanları sağlamış, onlara işletmesinde giderek artan önemde yetkiler devrederek iş hayatında da pişmelerini, binbir güçlükle kurup geliştirdiği işletmelerinin sürdürülmesini sağlamaya çalışmış. 

Bu amaçla, şehrin güzel bir yerinden satın aldığı geniş arazide onlara iki ev yaptırmış. İkisini de evlendirip çoluk çocuğa kavuştuklarını ve işlerine de dört elle sarılıp hem aile ve hem iş hayatlarını başarılı bir şekilde sürdürdüklerini gördükten sonra gönül huzuruyla kendisini emekliye ayırmış. Bir süre sonra da hayata veda etmiş.

İki kardeş eşleri ve çocuklarıyla beraber hem iş ve hem de aile hayatlarını başarılı ve mutlu bir şekilde sürdürmeye devam etmişler. Ama bir süre sonra elti rekabetinin yarattığı huzursuzluk torunlara da sirayet etmiş. Sonunda onlar arasında oluşan huzursuzluk kardeşleri de etkilemeye başlamış. Bu olumsuz hava sadece kardeşlerin aile yaşamlarıyla sınırlı kalmaz, iş hayatlarını da olumsuz etkilemeye başlar. Artık iki kardeş, eşleri ve çocuklarıyla birlikte, birbirleriyle görüşmeyi ve hatta konuşmayı bile kesmişlerdir. İki kardeş işyerinde de sadece aracılar vasıtasıyla iletişim kurabilmektedir. Bir akşamüzeri ağabey eve döndüğünde gördüğü manzara karşısında çok kızar. Kardeşi iki evin arasına bir kanal açtırıp içini suyla doldurtmuştur. Kardeşi böylece kendisi ile ilişkilerini kesmek istediğini çok kaba ve hoyrat bir biçimde göstermek istemiştir. Ağabey bu durum karşısında üzüntüden ve kızgınlıktan günlerce uyuyamaz, kahrolur. Bu üzüntü ve kızgınlık içinde bir gün karar verir. O da kardeşine gereken dersi vermeli, ona haddini bildirmelidir. 

Bir sabah işe gitmeden bir marangoz çağırır ve talimatını bildirir. Marangoz, kardeşinin açtırdığı kanalın kenarına onun evinin görülemeyeceği yükseklikte ahşap bir duvar kuracaktır. 

Böylece kardeşinin ne evini, ne kendisini, ne ailesini görmek istemediğini, kardeşinin gözlerine sokarak göstermeyi amaçlamıştır. İşine gitmek üzere evinden ayrılırken marangozu sıkı sıkı tembihler: “Akşam eve geldiğimde duvarın muhakkak tamamlanmış olmasını istiyorum.” 

Ama akşam eve döndüğünde başka bir tablo ile karşılaşır. Önce şaşırır ve sonra da kızıp marangoza hiddetle çıkışır: “Ben sana kanalın kenarına yüksek bir duvar örmeni söyledim, sen kanalın üzerine bir köprü kurmuşsun!”

Bu kızgınlık içindeyken köprünün üzerinde kardeşini görerek şaşırır. Kardeşi köprünün üzerinde, kollarını açarak mutlu bir şekilde kendisine doğru gelmekte ve sevinçle haykırmaktadır: “Sevgili ağabeyim, ne olur beni aff et! Ben sadece ikimizin değil tüm ailelerimizin bile birbirlerinden ayrılması için evlerimizin arasına kanal açtırdım. Ama sen birleşmemiz için aramıza köprü kuruyorsun. Ben açtığım kanalla kin ve nefret mesajları yolladım, sen aramıza kurdurduğun köprü ile sevgi, barış ve hoşgörü mesajları veriyorsun. Ben senden af dileme basiretini bile göstermeden sen bana barış ve sevgi yolunu açtın. Bu kurduğun gönül köprüsü çocuklarımız ve torunlarımız için de bir sembol olmaya devam etsin!” Verdiği talimatın tersine bir iş yapmış olan marangoza kızgınlığı sürerken, gördüğü bu tablo karşısında ağabeyin şaşkınlığı bir anda sevince ve mutluluğa dönüşür. Gözleri ışıldar ve sevinç gözyaşları içinde kardeşiyle kucaklaşır. Eltiler ve çocuklar da bu tablodan çok mutlu olmuşlar. Artık herkesin yüzü gülüyor, gözleri ışıldıyormuş. Biraz önce marangoza kızgınlık içinde bağırıp çağıran ağabey bu kez ona teşekkürlerini sunmuş. Yapılan işten çok mutlu olduğunu söyleyip ücretini fazlasıyla ödemiş. Ayrıca onu yarın akşam yemeğine davet etmiş. Kardeşi ile barışmalarını yarın bir yemekte kutlamak istediğini, bu sonucun mimarı olarak kendisinin de aralarında olmasından çok mutlu olacaklarını söylemiş. 

Marangoz bu davete çok teşekkür etmiş. Ama bunun maalesef mümkün olmadığını söyleyerek kendisinden özür dilemiş ve ilave etmiş: “Zira daha kurmam gereken çok köprüler var, izin verin işime devam edeyim.” 

Hikayemiz burada bitiyor. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, son günlerde ülkemizde de gerek dış ilişkilerimizde ve gerekse ülke içi ilişkilerimizde gönül köprüleri kurulmasına ilişkin kıpırdanmalardan ve gelişmelerden mutlu olmamak mümkün değil. Zira son yıllarda gerek komşularımızla olan ve gerekse kendi içimizdeki kutuplaşmaların ve gerginliklerin olumsuz sonuçlarını görüyor ve bizzat yaşıyoruz. Adeta giderek bir uçuruma doğru yaklaştığımızı fark ediyoruz. Bu olumsuz gelişmenin “düşmanlarımızın sayısını azaltıp dostlarımızın sayısını artıracağız” stratejisi ile hem ülke dışında ve hem ülke içinde durdurulmasını inşallah başarırız. Toplum olarak bu tabloyu geçmiş dönemlerde de yaşadık. 1950’li yılların sonunda yaşadığımız gerginlikler ve kutuplaşmalar 27 Mayıs darbesini, 1960’lı yılların sonlarında yaşadığımız gerginlikler ve kutuplaşmalar 12 Mart darbesini getirdi. 1970’li yılların gerginlikleri 12 Eylül darbesiyle neticelendi. 1990’lı yılların kutuplaşması da 28 Şubat post modern darbesi ile sonuçlandı. 

Bu darbeleri ve darbelere neden olan gerginlikler ve kutuplaşmalar olmasaydı ülkemiz gerek ekonomik ve sosyal açıdan, gerek kültür ve politik sistem olarak nerelerde olurdu diye düşündüğümüzde pişman olmamak elde değil. Geçmişte olan olmuştur, artık onları değiştirmek mümkün olmuyor. Ama onlardan ders alınması gerekiyor. Bu konuda aşağıdaki değerlendirme ne kadar haklı: “Kaybedilen en kıymetli eşyanın, her türlü dünya servetinin acısı zamanla unutuluyor. Yalnız kaçırılan fırsatlar asla akıldan çıkmıyor. Bunun sebebi herhalde, ‘bu böyle olmayabilirdi’ düşüncesi. Yoksa insan mukadder telakki ettiği şeyleri kabule her zaman hazır.” (Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna, sh. 149) 

Son gelişmelere ilişkin olarak TBMM eski Başkanı, duayyen politikacı Cemil Çiçek’in değerlendirmesi ne kadar yerinde: “Dostlarımızın sayısını artırmak, düşmanlarımızın sayısını azaltmak kuralı çok doğru… Yurtdışında bu adımları atarken, içerde de dostlarımızın sayısını artırmamız gerekiyor. Türkiye içinde de bu gerginliğin olduğu ortada. Gönül köprüleri kurmaya ülke içinde de ihtiyacımız var… Köprünün iki ayağı var… Bunun iki ayağını buluşturmamız gerekiyor.” Sayın Çiçek, gazeteci Nuray Babacan’ın “Siz özeleştiri yapıyor musunuz?” sorusuna da şu cevabı veriyor: “Evet yapıyorum. Siyasete başladığım ilk yıllarda, gençliğin verdiği heyecan ve yetiştiğim kültürün etkisiyle hırslarım aklımın ötesindeydi. Herşeyin doğrusunu biz biliyoruz sanırdım. Zaman içerisinde muhataplarımdan da çok şey öğrendim. Nefisim törpülemeyi, aklımı kullanmayı öğrendim. Diğer bir hatam ise vatan millet için herşeyin iyisini biz istiyoruz diye düşünürdüm. Hayat bana, başkalarının da bu vatan ve millet için iyi şeyler yaptığını gösterdi. Başkalarına haksızlık ettiğimi şimdi daha iyi anlıyorum. Karşı görüşleri dinlemeyi, anlamayı öğrendim (Hürriyet, 6 Temmuz 2016). Ben de yetmiş yaşına ulaşmış ve o dönemleri yaşayan biri olarak aynı duygular içindeyim. O dönemlerin gerginliklerini ve kutuplaşmalarını yaşayan insanlarımızın çok büyük bir çoğunluğunun da aynı duyguları paylaştığına inanıyorum. Diliyor ve umuyoruz ki, ülkemizde “düşmanlarımızın sayısını azaltıp dostlarımızın sayısını artıracağız” söylemi ile başlayan süreç hem kendi toplumumuzda hem global düzeyde başarılı bir şekilde devam eder ve istenen sonuca ulaşır. Toplumumuzda var olan farklılıklarımız gerginliklere ve kutuplaşmalara neden olup mutsuzluğun ve sorunların kaynağı olmaz. Tam tersine farklılıklarımız, içinde bulunduğumuz bilgi toplumunun çok önemli kavramları olan, sinerjik ve simbiyotik bir etkileşimle işbirliğine dönüşerek ekonomik, sosyal, kültürel ve politik zenginliklerimizin kaynağı olur.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Bir deneme 09 Kasım 2018
Geleceğin tarihini yazmak 01 Aralık 2017
Bayramlaşma köprüsü 23 Haziran 2017