Para politikasının hiç mi suçu yok?

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com

Artık hükümet kanadı bile, geç de olsa, sanayimizin küçüldüğü ve bu konuda ivedilikle ciddi adımlar atmamızın gerekliliğini bizzat itiraf ediyor. Demek ki, büyümemiz gerekiyor ve bu büyümeyi de son yıllarda yaptığımız gibi tüketim harcamalarını körükleyerek değil, yatırım harcamalarını artırmak suretiyle gerçekleştirmemiz gerekiyor. Öte yandan, uzun süreden beri İktidarın diline pelesenk olmuş ve dolaylı, hatta doğrudan Merkez Bankası’nı suçlayıcı bir “faizler yüksek, bu yüzden büyümemiz sekteye uğruyor” savı da var. Ancak rakamlar bu savı kesinlikle doğrulamıyor. 

Türkiye 2003-2007 yılları arasında yüksek bir büyüme ortamı yakalamıştı. Bugünlerde mumla aradığımız o dönemde büyüme ortalamamız % 7 olmuş, enflasyonun ortalaması ise % 8.8 olmuştu. 2012 yılından beri ise ortalama olarak büyümemiz % 3.1, enfl asyon ise % 8.4. Şimdi, İktidara göre bu durumun baş müsebbibi yüksek faizler. Öyle mi gerçekten? 2003-2007 yılları arasında ticari kredi faizlerinin ortalaması % 25 idi. 2012’den bugüne kadar ise % 12.5, yani 2003-2007 dönemine göre faizler tam yarı yarıya azalmış durumda. Eh, hani faizler büyümeyi engelliyordu? Görünen durum tam tersi. 

Peki, neden durum böyle? Önce, haksızlık yapmayalım, durumumuzu Dünya ile mukayeseli olarak değerlendirelim. 2003-2007 yılları arasında Dünya milli gelir artışı % 3.7 olmuş, 2012-2014 arasında ise büyümenin % 2.6 civarında gerçekleşmiş olduğu tahmin ediliyor. 2 dönem arasında % 1.1 oranında bir azalma var. Ancak, bizdeki azalma ise % 3.9. Yani, büyümemizdeki azalmanın yaklaşık olarak % 2.8’i küresel değil, bize özgü sebeplerden kaynaklanmakta. 
Hatırlayalım: 2003-2007 döneminde Türkiye iç borç dinamiklerini hızla düzeltiyor, AB ile ilişkilerinde ciddi mesafeler kaydediyor, dış ticaretini hızlı bir şekilde artırıyor, cari açığını kontrol altında tutabiliyor, az da olsa yatırım harcamalarında artış sağlayabiliyordu. Kısacası, o dönemde Türkiye’nin güçlü bir “satılabilir hikayesi” vardı. (Bu “satılabilir hikaye” kavramını müstemlekeci bir mantığın ifadesi olarak da düşünmeyelim. “Satılabilir hikaye” aynı zamanda, ve hatta daha fazlasıyla Türk müteşebbisi ve yatırımcısı için de geçerli bir kavramdır.) Bugün ise bunların hiçbirinden eser olmadığı gibi, başımızda burada tekrarlamama gerek olmayan bir sürü de dert var. 

Gelelim MB politikalarına ve Hükümetin bu konudaki “yıkıcı” tavrına. 2003-2007 döneminde MB’nin işleri biraz fazla sıkı tutup, politika faizlerini de olması gerekenden daha yüksek belirlediği iddia edilebilir. (Aslında öncesindeki aşırı yüksek enfl asyon ortamı dikkate alındığında, bu anlaşılabilir bir durum.) Ancak, son 3 yılda ise enfl asyon % 8.4 civarında seyrederken, MB’nin fonlama faizi ortalaması (buna efektif politika faizi diyelim) % 7.1 olmuş. Bu son dönem için kimse “MB sıkı para politikası uyguluyor” diyemez. Aynı zamanda Hükümetin “faiz indir” baskısının giderek arttığı bu son 3 senelik dönemde, MB piyasalara bir “trader” yaklaşımıyla müdahale ediyor. Nedir bu yaklaşım? Küresel piyasalardan bağımsız bir şekilde spesifik olarak TL üzerinde baskının arttığı günlerde fonlama faizini yükseltmek, diğer günlerde ise mümkün olduğunca düşük tutmak. Açıkçası çoğu zaman da bu yaklaşım kısa vadede işe yarıyor. (Tabii, bazen de Ocak ayında olduğu gibi iş kazaları da olmuyor değil!) Az buçuk sıkılan TL likiditesi karşısında günlük döviz talebi siniyor ve bu “oyun” devam ediyor. Ama nereye kadar? 

Döviz dengesinde uzun vadeli gerçek bir stabilite sağlamayı amaçlayan bir MB tek ve reel olarak pozitif bir politika faizi belirleyerek (bugünkü ortamda en az % 10) orta ve uzun vadede dış dengenin açılmayacağının, TL’nin reel olarak pozitif getiri sağlayacağının, tasarrufl arın artacağının ve enfl asyonun düşeceğinin garantisini verir, vermek zorundadır. Bizim MB ise her fırsatta TL faizleri mümkün olduğunca düşük tutmaya devam ederek bu konuda yatırımcıya hiç bir güven telkin etmiyor, edemiyor. (Bu 2. dönemin ilk döneme göre önemli bir farklılığının özel sektörün hızla artan dış borçları olduğunu, yani özel sektörün kur hassasiyetinin iyice artmış olduğunu da unutmayalım.) 

Bazıları Türkiye’nin maliye ve para politikaları bakımından yapabileceklerinin sonuna geldiğini, bu aşamadan sonra yapısal reformlara ağırlık vermesi gerektiğini iddia ediyor. Kuşkusuz doğruluğu olan bir önerme. Ancak, uygulandığı şekliyle para politikasının yatırım ortamını desteklemediği de ortada.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019