Rodrik: Türkiye en riskli ülke görünümünde

Dani Rodrik, "Türkiye popülizmin faturasını eskiden yüksek enflasyonla ödüyordu şimdi yüksek cari açıkla ödüyor. Bunun sürdürülebilir olmadığı ortaya çıkıyor" diyor

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

ulagay.jpg

 

 

 

 

 

 

 

Dani Rodrik, akademik kariyerini ABD’de sürdürmekte olan, kitapları  ve makaleleri dünyada ilgi gören, görüşleri tartışılan bir iktisatçı.  Global Citizen Foundation adlı internet sitesinde yayınlanmış olan  “The Past, Present and Future of Growth”( Ekonomik Büyümenin  Geçmişi, Bugünü ve Geleceği) başlıklı önemli makalesini geç de  olsa keşfedip ilgiyle okumaya başladığım günlerde, Davos’ta  yapılacak olan Dünya Ekonomik Forumu Yıllık Toplantısı’nın ayrıntılı  programı elime geçti. Programı incelerken Dani Rodrik’in de bu yıl  Davos’ta olacağını öğrenince yazmış olduğu makaleden yola çıkarak  kendisiyle bir söyleşi yapmanın ilginç olabileceğini düşündüm ve bu önerimi kendisine ilettim. Kırmadı beni ve Yıllık Toplantı öncesinde,  Davos’taki Kongre Merkezi’nin henüz kalabalıklaşmamış olan giriş holünde buluşarak, ekonomik büyümenin geçmişini, bugününü ve yarınını konuştuk. 

Rodrik makalesinde, 2003 – 2012 dönemindeki parlak ekonomik büyüme performanslarıyla gelişmiş ülkeleri yaya bırakan gelişmekte olan ülkelerin, önümüzdeki dönemde farklı sorunlarla karşılaşabileceğini belirtiyor ve ancak bu sorunları aşabilen ülkelerin başarıyı sürdürme şansına sahip olacağını ileri sürüyordu. Bu saptamadan yola çıkarak Rodrik ile bir ufuk turu yaptık ve Türkiye’nin durumunu da bu çerçevede değerlendirdik.           
 
OU – Makalenizi okurken, son 20-30 yılda, küreselleşmeyle birlikte ivme kazanan ekonomik büyüme sürecinde yeni bir döneme mi giriyoruz diye düşünmeye başladım, 2000’li yıllarda parlak bir büyüme performansı sergileyen ve gelişmiş ülkelerden çok daha hızlı büyüyen gelişmekte olan ülkelerin önümüzdeki dönemde bu başarıyı sürdürmekte zorlanabileceği izlenimini edindim. Bu noktaya nasıl gelindi? İsterseniz buradan başlayalım konuşmaya..    

DR – Son 30 yılda çok ilginç bir paradoks yaşandı aslında. Gelişmekte olan ülkeler açısından çok başarılı olan bir dönemdi bu dönem. Özellikle Çin ve güneydoğu Asya ülkeleri gerçekten çok büyük ilerleme kaydetti. Paradoksu da onlar yarattı zaten. Küreselleşmenin başarısı olarak da görebileceğimiz bu gelişme, söz konusu ülkelerin kendine has ve bugünkü küreselleşme kavramlarıyla bağdaşmayan bir strateji izlemesi sayesinde gerçekleşti. Bu ülkeler 1990’ların küreselleşme modelini değil, daha çok 2.Dünya Savaşı sonrasının Bretton Woods modelini uyguladılar ama bunu yaparken dünya ekonomisinin açık hale gelmesinden çok faydalandılar. Kendi ülkelerini dışa açtılar fakat dünya ekonomisinin kendi ülkelerine yapacağı etkileri sınırlandırdılar. Bir yandan küreselleşmenin sağladığı imkanlardan yararlanarak ihracatlarını hızla artırabildiler, örneğin Çin bundan yararlanarak hızla gelişti ama bu her ülkenin izleyebileceği bir politika değil.. 

OU – Küreselleşme süreci, çoğu Batı kökenli olan küresel şirketlerin kapitalizmi ilk kez gerçekten küresel boyuta taşıma çabasının bir sonucu olarak gelişti ve onların Asya’ya açılımıyla Asya ülkelerinin kendine özgü kalkınma modellerinin bileşimi bu başarı hikayesini yarattı galiba..

DR – Evet, şuurlu bir şekilde kendi stratejilerini çizebilen ülkeler global şirketleri kullandılar. Tabii global şirketler de onları kullandı.

OU – Yani küresel şirketler bu ülkelerin özgün modeline itiraz etmedi..

DR – Global şirketlerin, çok uluslu şirketlerin ideolojisi yoktur aslında. Nerede daha iyi para kazanacaklarını düşünürler, kendi geleceklerini düşünürler... 

OU – Teknolojideki ilerlemeyle birlikte sanayi üretiminin bölünebilir hale gelmesi, küresel arz zincirlerinin oluşması da bu süreci hızlandırdı galiba…

DR – Bu daha çok son on senede öne çıkan bir gelişme. Daha önce bu ülkeler ucuz emeği kullanarak atılım yaptılar, kendi hükümetlerinin şuurlu stratejileri sayesinde hem dış yatırım çekebildiler hem de kendi iç yatırımcılarına yeni yatırım imkanları yarattılar. Yani bu yalnızca yabancı global şirketlerin yönlendirmesiyle olan bir olay değil. Son dönemde global şirketlerin küresel arz zincirleriyle yarattığı imkanların ise gelişen ülkeler için hem bir avantaj hem de bir dezavantaj yarattığını görüyoruz. Avantajı, küresel arz zincirine eklemlenmenin mümkün olduğu durumlarda bunun getirdiği imkanlar. Dezavantajı ise şurada: klasik sanayileşme modelinde bir sanayi yan sanayileriyle birlikte gelişirse kendi iç dinamikleri olan, sürdürülebilir bir yapı ortaya çıkabiliyor. Küresel arz zincirine eklemlenme modelinde ise bu boyut eksik kalıyor.. 

OU – Yalnızca küresel arz zincirine bağlı kaldığınız zaman kendi ekonominizi çeşitlendirme açısından yetersiz kalabiliyorsunuz galiba..

DR -  Aslında bu konuda da devletin izlediği sanayileşme politikasının önemi ortaya çıkıyor. Bu noktada şimdi önem kazanan yeni bir süreçten de söz etmek gerekiyor. Dünyada sanayi daha az emek yoğun, daha çok teknoloji yoğun bir hale geliyor. Ve düşük ve orta gelirli ülkelerde de sanayileşmenin büyümeye ve istihdama katkısı azalmaya başlıyor. Mesela eskiden İngiltere ve Almanya gibi ülkeler ilk sanayileştikleri dönemde işgüçlerinin yüzde 30’unu hatta yüzde 40’ını sanayide istihdam edebiliyorlardı. Sonradan sanayileşen ülkelerde bu oranlara gelinemedi,  sanayileşmede öne çıkan Güney Kore’de bile bu oran ancak yüzde 28’e gelebildi. Daha sonra sanayileşmeye başlayan Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerde bu noktaya bile gelinemedi. Hindistan’da öne çıkan bir yazılım sektörü var ama bu sektörün istihdama yaptığı katkı çok sınırlı. Ayrıca küreselleşmenin ve teknolojik gelişimin gelir dağılımını bozan, sosyal çarpıklıkları artıran etkileri de var.

OU – Bütün bunlara rağmen 2003-2012 döneminin gelişmekte olan ülkeler açısından, ‘Yükselen Pazar’ diye nitelenen ülkeler açısından parlak bir dönem olduğunu biliyoruz. Siz de bunu belirtiyorsunuz çalışmanızda…

DR – Evet bu on sene bize artık farklı bir dünyada mıyız, bu ülkelerin büyüme hızı farklı bir platoya mı oturdu sorularını sordurdu.. 

OU – Son küresel kriz sırasında ve hemen sonrasında, gelişmekte olan ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki büyüme hızı farkının 5 puana kadar çıktığı görüldü, değil mi?

DR – Evet bu oldu ama daha sonra bunun böyle devam edemeyeceği ortaya çıktı çünkü bu ülkelerin çoğu, daha önce doğu Asya ülkelerinin gerçekleştirdiği yapısal değişim sürecini gerçekleştiremedi, sürdürülebilir hızlı büyümenin şartlarını yaratamadı. Bazıları için ham madde ve emtia fiyatlarının yükselmesi, küresel likidite bolluğu ve dünyada faiz oranlarının düşmesi gibi konjonktüre bağlı faktörler hızlı büyümeye katkıda bulundu. Bu faktörlerin etkisi azalınca sorun yaşanmaya başlandı. Türkiye de bu ülkelerden biri bence..

OU – Bu süreçte bir de bir “hikaye etkisi” oldu galiba. Bu ülkelerin, ‘Yükselen Pazar’ diye nitelenen ülkelerin gelişmiş ülkelerden çok daha hızlı büyüyeceğine, geleceğin onlara ait olduğuna dair bir hikaye benimsenince bu ülkelere sermaye akışı olumlu yönde etkilendi ve geçen yılın ortalarına kadar kendini besleyen bir süreç yaşandı bu ülkelerde. Ancak şimdi gelinen noktada bu ülkelerin yeni sorunlarla karşılaşması kaçınılmaz görünüyor galiba..

DR – Evet bundan sonra işleri daha zor görünüyor. Bir kere, demin dediğim gibi, sanayileşmenin itici gücü çok daha az rol oynayacak bu ülkelerin gelişmesinde. İkincisi, dünya ticareti özellikle orta boy ülkelere daha az imkan tanıyacak. Üçüncüsü, bu ülkelerin sermaye piyasalarının yeterince gelişmemiş olması da kısıtlayıcı bir rol oynuyor. Bunlar tabii bu ülkelerin büyüme potansiyelini aşağı çeken faktörler. Her şeyi iyi yaparsanız bile kişi başına milli gelirinizi yüzde 3 – yüzde 4 büyütebilirsiniz bu şartlarda. Öte yandan bazı konularda ve bazı ülkelerde büyümeye destek sağlayacak iyileşmeler olduğunu da unutmamak gerekiyor. Mesela Güney Amerika’da sosyal politikalarda ve genel olarak yönetişimin (governance) kalitesinde iyileşmeler var, demokratik kurumların yerleşmesinde önemli gelişmeler var, bir – iki ülke dışında gelir dağılımında iyileşmeler var, eğitime yapılan harcamalarda önemli artışlar var. Fakat aynı ülkelerde sosyal patlama potansiyelinin arttığı da bir gerçek. Mesela Şili’de ve Brezilya’da bunu görebiliyoruz..

OU – Tabii iletişim devriminin ve sosyal medyanın gelişmesinin de payı var bu gelişmelerde ama asıl neden bir kere umut aşılanan insanları tatmin etmenin zorlaşması galiba..

DR – Sosyal mobilizasyonla siyasal kurumsallaşma arasında bir dengesizlik ortaya çıkıyor aslında. Yani siyasal bllimci Huntington’un yıllar önce ortaya attığı teze uygun bir durum ortaya çıkıyor..

OU – Bu noktada Türkiye’ye dönecek olursak - öteden beri Latin Amerika’daki gelişmelerle Türkiye arasında bir benzerlik kurulmuştur, de söz konusu olmuştur - son on küsur yılda Türkiye’nin izlediği çizgiyi ve bugün gelinen noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

DR -  Bir kere şunu söyleyeyim: Bence Türkiye makro politikalarında hiçbir zaman yeterince ders almadı yaşananlardan. Latin Amerika 1980’lerdeki borç krizinden dersini aldı genelde, dengeli mali ve finansal politikalar izlenmesinin ne kadar önemli olduğunu anladı ve bunu içselleştirdi.  Türkiye ise, belki de krizlerden çabuk çıkabilme fırsatını yakaladığı için, aslında makro popülizmi sınırlamadı hiçbir zaman. Son 10 – 12 yıl içinde de makro popülizm 1970’lerdeki kadar olmasa da bir ölçüde devam etti. Eskiden popülizmin sonuçlarını tırmanan enflasyonla ödüyordu Türkiye, şimdi sermaye hareketlerinin serbestleştiği bir ortamda bunu büyüyen cari açıkla ödüyor. Bu açıklar, dışarıdan finanse edilebildiği sürece bu böyle devam edebilir gibi görünüyor ama aslında bu sürdürülebilir bir şey değil. Dış ülkelerde bir ekonomik kriz olabilir, bir politika değişikliği olabilir ve sonuçta bugün geldiğimiz noktaya geliriz. Ekonomi gerektiğinden daha fazla yavaşlar, çok büyük bir volatilite ve belirsizlik yaşanır. AKP hükümetleri her ne kadar çok büyük hatalar yapmasa da makroekonomik popülizmi bir şekilde devam ettirdi ve dış piyasalar da bunu finanse etti…

OU – Bu finansman desteğiyle de bu politikalara onay vermiş oldu uluslararası piyasalar..

DR -  Bu da çok suni bir özgüven yarattı..

OU – Türkiye’ye dışarıdan bakanların, özellikle ekonomiyle ilgili olarak olumlu bir şablonu benimsemesi ve Türkiye’yi bu hep bu şablona göre değerlendirmesi bizde aşırı bir özgüven yarattı galiba..

DR – Evet, “bize artık hiçbir şey olmaz” havasına girildi. “Bizim ekonomimiz o kadar sağlam ki ve dünya yatırımcıları bize o kadar çok güveniyor ki bize hiçbir şey olmaz” inancı yerleşti..

OU – Hatta bizim bazı hükümet yetkililerimizin, uluslararası forumlarda Batılı hükümet yetkililerine biraz ders verir gibi konuştuklarını da gördük. Ancak şimdi bugün gelinen noktada Türkiye’ye dışarıdan bakanların benimsediği Türkiye şablonu tamamen değişti, bu kez de yalnızca olumsuz gelişmeleri, Türkiye ekonomisinin kırılganlıklarını, yolsuzluk iddialarını ve siyasi krizi öne çıkartan bir şablon benimsendi. Ayrıca Türkiye’nin de içinde yer aldığı ‘Yükselen Pazar’ ülkeleri için çizilmiş olan parlak gelecek senaryosu da ciddi darbe yedi geçen yıl. Bütün bu faktörleri hesaba katarak önümüzdeki döneme nasıl bakabiliriz? 

DR – Türkiye ekonomisi son 10 – 12 senede, Kemal Derviş’in yaptığı reformların AKP iktidarı tarafından sürdürülmesi sayesinde ve çok elverişli dış konjonktürün de yardımıyla olumlu sayılabilecek bir performans gösterdi. Fakat önümüzdeki dönem çok değişik olacak. Bir kere dünya konjonktürü değişiyor. İkincisi, Türkiye için 2001’den, 2002’den kalma reformlar artık yeterli değil. Ayrıca şu anda Başbakan’ın çevresinde gerçekleri görebilen ve söyleyebilen ciddi bir iktisatçının kalmamış olmasının yarattığı bir sorun var. Gerekli olan önemli kararların alınabileceği bir ortam yok. .

OU – Önümüzdeki dönemde Türkiye gibi ülkelerin önem vermesi gereken konular arasında, insan kaynaklarının kalitesinin yükseltilmesini sağlayacak, teknolojideki atılıma destek verecek yeni düzenlemelerin yapılması, kurumsal yapının buna göre yenilenmesi önem kazanacak sanıyorum… 

DR – Bugüne kadar yaşanan süreçte hızla sanayileşme çabası öne çıktı gelişen ülkelerde. İnsan kaynaklarının ve kurumların kalitesi ise yeterince önemsenmedi ama bundan sonra bu dengenin kurulması gerekecek. Çin örneğinde görüldüğü gibi, sınırsız ucuz emek kaynağını kullanarak hızlı sanayileşme mümkündü ama yolun bundan sonrası için farklı faktörlerin devreye girmesi gerekiyor. Daha nitelikli üretim yapabilmek için daha nitelikli insan kaynağına ihtiyaç var ve bunu sağlamak için yapılan yatırımların, sanayileşme sürecinde olduğu gibi, hızlı netice vermesi de mümkün değil. Bu konuda Türkiye biraz geride kaldı, daha yüksek katma değer yaratan bir sanayi yapısına geçme konusunda geri kaldı..

OU – Sizce önümüzdeki 10 yılda nasıl bir süreç yaşanacak ekonomik büyüme konusunda? 

DR – Aslında önümüzdeki dönemde de, gelişmekte olan ülkelerin gelişmiş ülkelerden daha hızlı büyüyeceği görülüyor, fakat aradaki fark bir önceki 10 yılda olduğu gibi olmayacak. Başta Çin olmak üzere gelişen ülkelerde büyüme hızının düşmesi bekleniyor. Bunun sonuçlarını kestirmek ise kolay değil. Örneğin Çin ekonomisinin yüzde 8’in altında büyümesinin sosyal sorunlara yol açma ihtimalini bilmiyoruz. Hızlı büyüme ortamında öne çıkmayan sorunlar büyüme yavaşlayınca önem kazanabiliyor.

OU -  Pekiyi önümüzdeki dönemde, süreci iyi yönetemeyen ‘Yükselen Pazar’ ülkelerine yönelik sermaye hareketlerinde “sudden stop” diye ifade edilen ani duraklamalar yaşanabilir mi? Böyle bir olay yeni krizlere yol açabilir mi?

DR – Böyle bir ihtimalden en fazla nasibini alacak olan ülke kesinlikle Türkiye’dir. Hangi risk sıralamasına bakarsanız bakın Türkiye en üstte görünüyor. Bizde hep iç ve borç stoku rasyolarına bakılarak durumun kötü olmadığı söyleniyor ama bu çok yanıltıcı bir gösterge. Faizlerin ve kurların hızla değiştiği bir ortamda bu oranlar hızla bozulabilir. Türkiye’nin bu riskleri azaltmak için çok daha sıkı bir maliye politikası izlemesi ve dış rezervlerini artırması gerekiyor.  Aslında Türkiye şartların lehine olduğu dönemi iyi kullanmadı, kendisini güvenceye alacak adımları atmadı, bu nedenle şimdi risk altında.  

Bu konularda ilginizi çekebilir