Sanayisiz kalkınma mümkün mü?

Tuğrul BELLİ
Tuğrul BELLİ GÜNDEM tugrulbelli@gmail.com

Geçen yazımın sonunda Türkiye’nin kronik yüksek cari açıklarının kestirme bir çözümü olmadığını ve bu cari açık (=tasarruf açığı) sorunsalı ile yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini vurgulamıştım.

Bununla ilintili bir şekilde daha önceki diğer yazılarımda da, esas problemin yüksek cari açıktan çok, yatırım zafiyeti olduğunu dile getirmiştim. Yatırım zafiyetinden kastım ise sadece nicel bir azlık değil, aynı zamanda niteliksel bir zayıflık.

Sonuçta Dünyada dönen paranın bol olduğu (ki, ben tüm QE daraltılması tartışmalarına ve önümüzdeki sene ABD’ye doğru geçici bir finansal çekilme yaşanma olasılığına rağmen, dolaşan küresel sermayenin bol kalmaya devam edeceğine ve Almanya ve Çin’in cari fazlası karşısında biz de dahil diğer blokların cari açık vermek durumunda kalacağını düşünüyorum) bir ortamda gelen paranın tüketime değil, yatırımlara, özellikle de bizi “sürdürülebilir” bir büyüme platformuna taşıyacak “nitelikteki” yatırımlara kanalize edilmesi çok önemli. Ancak, maalesef ki, bunu bir türlü gerçekleştiremiyoruz. 

Bugün itibarıyle, yaklaşık milli hasılanın %20’si civarında bir yatırım harcaması yapıyoruz. Bu “niceliksel” olarak kesinlikle yeterli bir oran değil. Bu oranla Dünyada 120. sıralardayız. Çin’in çok müstesna bir örnek olduğunu varsaysak bile gelişmişlik basamaklarını yakın zamanda tırmanan Japonya, Tayvan ve Kore gibi ülkelerde bu oranın uzun yıllar %25-35 arasında seyrettiğini göz ardı edemeyiz.

Ancak, yatırım oranının düşüklüğü (= tüketim oranının yüksekliği) kadar önemli bir mesele ise yatırımların niteliksel olarak yetersizliği. Nitekim eğer “doğru” alanlara yatırım yapabilmiş olsaydık, belki de bugün karşı karşıya kaldığımız “sanayisizleşme” olgusunu yaşamazdık.

Grafikte görüldüğü gibi, son 15 senede imalat sanayinin milli hasılamız içindeki oranı dudak uçuklatıcı bir hızla %24’ten %15’lere gerilemiş vaziyette. Evet, %20 yatırım oranı düşük olmasına düşük, ama gene de bu yatırımlar doğru yerlere kanalize olmuş olsalardı, herhalde en azından imalat sanayinin oranını yükseltemesek de %20’ler üzerinde bir yerde tutabilirdik. (2011 yılı itibarıyle bu oranın Kore’de %31, Malezya’da %24, Macaristan’da %23 civarında olduğunu not düşelim.)

 Öte yandan, bugünün çoğu gelişmiş ülkesinde imalat sanayinin milli hasılaya oranı bizden de daha düşük bir seviyeye gerilemiş vaziyette. (ör: ABD’de %13, İngiltere ve Fransa’da %11). Ancak çok önemli bir farkla: Tüm bu ülkelerde sanayinin milli hasılaya oranındaki gerileme bu ülkelerin kişi başına düşen milli gelirleri bugünün 25,000 dolar mertebesine ulaştıktan sonra, yani o ülkeler kalkındıktan sonra yaşanmış. Biz ise bu durumu 5,000 dolarla “orta gelir” seviyesindeyken yaşamaya başladık. 

Öte yandan, bu olgunun sadece Türkiye’ye özgü olmadığını, Brezilya ve Hindistan gibi başka  gelişmekte olan ülkelerin de böyle bir tehlikeyle karşı karşıya olduğunu vurgulamak gerekiyor. (Ancak Dünyada “hiçbir ülke” bu kadar kısa sürede imalat sanayi oranında bu kadar yüksek oranda azalma yaşamış da değil!) “Project syndicate” platformundaki geçen ayki yazısında Dani Rodrik de aynı olguya “imalat sanayinde istihdam edilen nüfus” açısından dikkat çekmiş bulunuyor.

Gelişen ülkelerin ekonomi politikaları, kurumları ve bulundukları coğrafyalar yetersiz olsa bile, gelişen ülkelerdeki işgücü verimliliğini en ileri seviyeye kadar artırdığı için imalat sanayini bu ülkelerin gelişmişlere yakınlaşması bakımından kritik önemde gören Rodrik, böyle bir durumda, gelişen ülkelerin daimi olarak “gelişen ülke” kalma tehlikesi olduğunun altını çizmekte.

Ayrıca, gelişmiş ülkelerdeki demokratik hak ve kurumların yerleşmesinde olgunlaşmış bir imalat sanayi yapısının önemli olduğuna dikkat çeken Rodrik bugün “prematür” bir şekilde sanayisizleşen toplumlarda demokrasi ve “iyi yönetişim” konusunda yapılanmaların gerçekleşmeme ihtimalinin de göz ardı edilmemesi gerektiğini vurguluyor.

Kısacası, bizim ekonomik kalkınmamızın bu aşamasında “sanayisizleşme” lüksümüz yok!

 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Dar bir koridor! 10 Ekim 2019
IMF 4. Madde bildirisi 26 Eylül 2019