TTK’da takvim sıkışıyor

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

 

Kültürümüzün pek de iyi olmayan özellikleri arasında yer alan "yumurta kapıya gelince davranma" alışkanlığı, sıradan konularda fazla sorun yaratmasa da yoğunlaşma ve hazırlık gerektiren ve/veya geniş bir etki alanı olan gelişmelerde önemli ve çoğu zaman boyutlarının anlaşılması zaman alan maliyetlere yol açabiliyor. Bunun tipik bir örneğini son aylarda sıcak tartışmalara ve birbiri ardına düzenlenen toplantılara konu olan yeni Türk Ticaret Kanunu (TTK) vesilesiyle yaşıyoruz. Daha önce 31 Ocak tarihinde de bu köşede ele aldığımız konu, aradan geçen sürede birçok farklı ortamda farklı açılardan konuşulmaya devam etti; işadamları, akademisyen ve hukukçular, kamu ve sivil toplum yetkilileri arasındaki bu ilginç diyalog bazen polemik düzeyinde atışmalar, bazen sağırlar iletişimi, çoğu zaman da bilenlerin bilmeyenlere anlattığı eğitim etkinliği görünümü kazanıyor.
İnatlaşma değil uzlaşma gerek
İş hayatını düzenleyen ve yeni şeklinde içerdiği sınırlayıcı zorunluluklar ve yaptırımlar ile tamamen yeni bir karakter taşıyan bir temel kanun haline gelen TTK'nın öncelikle ele alınış ve algılanış tarzı hatalı görünüyor. Sivil toplum pratiğinin yeterince gelişmediği bizim gibi ülkeler bir yana, gelişmiş batı piyasası ekonomilerinde bile asıl tartışma ve değerlendirmelerin yapıldığı yasama organındaki süreç çok kısa tutulduğu için yayım tarihinden ancak bir yıl sonra uygulayacakları kanunu öğrenmeye ve irdelemeye başlayan piyasa oyuncularının acele ile toparladıkları görüşleri ve tepkileri hem bütünsellikten uzak, hem de biraz panik havasında hazırlanmış izlenimi veriyor.
Konu ile ilgili teknik ayrıntılar bir yana, böylesine teknik ve ülkenin ekonomik performansı ile bağlantılı bir düzenlemenin siyasal ya da ideolojik ayrışmaları çağrıştıran bir kutuplaşma içinde kamuoyuna yansıması başlı başına bir yanlışlık. Uluslararası konjonktürün en elverişli ve makroekonomik dengelerimizin en iyi olduğu dönemlerde dahi yükselen ülke ekonomileri içinde en kırılgan ve dış dinamiklere (kaynaklara) en fazla bağımlı sayılmamız, esas itibariyle Türk ekonomisinin ve şirketlerinin rekabet gücü ve ürettiği katma değer yönünden yetersiz performans göstermesinin bir sonucu. Bu açıdan zorunlu bulunan yapısal dönüşümün, nitelikli insan ve sermaye kaynaklarına erişimi sağlayacak saydamlık ve kurumsal yönetim gibi önemli ayaklarını gerçekleştirmek açısından kilit işlev yüklenen bir hukuk düzenlemesinin kollektif çıkarlara en fazla uygun düşecek ve uzlaşmayı yansıtacak şekilde hazırlanması gerekir. Kamu yönetimi de özel kesim de kanun içeriğinin şöyle ya da böyle olmasında dayatma ya da inatlaşma yerine, düzenlemenin yürürlüğe girmesini geciktirmeyecek bir süratle hükümlerin amaca en uygun hale getirilmesi üzerinde uzlaşmalıdır.
İkincil düzenlemeler yetmez
Doğrusu şirketler kesimi, büyük ölçüde kendi hatası yani 10 yılı aşkın bir süredir üzerinde çalışılan taslağa kayıtsız kalmış olması nedeniyle, atların arabanın önüne değil arkasına koşulmuş olması gibi bir durum ile karşı karşıya. Üstelik aceleye getirilen yasama süreci, ikincil mevzuatın yayım ve yürürlük tarihlerini belirsiz hale getirmiş durumda. Bunlara bir de genellikle Avrupa ülkelerinden tercüme ettiğimiz kanunlarımızı süratle çıkarsak da, bunların yorumlanması ve uygulamasında pek özenli ve tutarlı olmadığımız, hatta işimize geldiği gibi anlayıp değerlendirdiğimiz gibi alışkanlıklarımızı eklersek, önümüzdeki yıllarda TTK ile ilgili pek çok sorun ve sıkıntı ile uğraşılması gerekebilir. Yani enerji israfı konusundaki sicilimize görkemli bir örnek daha ekleyebiliriz.
Kanunda şimdilik bir değişikliğe gerek olmadığı, aksaklıkların zaman içinde düzeleceği yolundaki açıklamalar da bu yoldaki kaygıları güçlendiriyor. Pek çok hükmün ikincil mevzuatta düzenlenebilecek nitelikte olmadığı, kanunda değişiklik gerektirdiği ortada. Sözgelişi şirketlerin her türlü kağıt ve belgelerinde yönetim kurulu ve diğer müdür ve yöneticilerin isimlerinin bulunması, aksi takdirde hapis cezası uygulanacağı; halka arz yoluyla kuruluşta şirket tescilinden itibaren 2 ay gibi kısa bir sürede halka arz zorunluluğu; hissedarlar sözleşmesindeki rüçhan hakkı, opsiyon vb. hükümlerin ana sözleşmeye konulmasının engellenmesi; bütün müdürlerin ve imza yetkililerinin Yönetim Kurulu'nca atanması zorunluluğu; yöneticilere ödenen ücret ve diğer menfaatlerin internet sitesinde yayınlanması şartı, Kanun'un temel amaçları açısından ne kadar gerekli olduğu tartışmalı hususlardır.
Ayrıca hissedarlar sözleşmesinin, hakimiyet sözleşmesi gibi algılanması riski; hakim ortağın bağlı şirketi zarara uğratması halinde denkleştirme (telafi) mekanizmasının işlem bazında kullanılması ve toplu fayda-zararları gözardı etmesi; şirket bölünmesinde işçiye tanınan itiraz hakkının fesih ve kıdem tazminatı hakkını verip vermeyeceğindeki belirsizlik, hakim şirket merkezinin yurtdışında olması halinde, karar yetkisi olmayan bağlı şirketlerin davaya muhatap olması; paylarını devretmek isteyen hissedarların pay değerlerinin korunmaması gibi hükümler, adil olmayan uygulamalara yol açabilecektir. Şirketlerin kendi paylarını iktisabında şirket varlıklarının teminat gösterilmesine yönelik kısıtlama, AB mevzuatı gerekçesine dayandırılırken AB'de bu hükmün değiştirildiği gözden kaçırılmıştır. Anonim şirketlerin kuruluşu ve esas sözleşmeleri yönünden öngörülen hükümler, Bankalar Kanunu'na tabi kuruluşlar yönünden belirsizlik ve çift başlılık yaratacaktır. Şirket kuruluşlarında işlem denetçisi raporu aranması da, sürekli kısaltılmaya çalışılan kuruluş süreci açısından bir geri adım olacaktır. Kanun'un yürürlüğüne kadar hiç değilse şimdiden görülen sorunlar halledilmeli.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019