Uzlaş(a)mamanın kaçınılmaz sonucu...

Hakan GÜLDAĞ
Hakan GÜLDAĞ hakan.guldag@dunya.com

Tüm Türkiye’nin başı sağ olsun… Biliyorum, sözün bittiği yerdeyiz… Ankara’da hepimizi yasa boğan patlamaların arkasında kimlerin olduğu umarım en kısa zamanda ortaya çıkar. Olayların aydınlatılması son derece önemli. Ancak yeterli değil. Asıl mesele bunların olmasına izin verilmemesi… 

★ ★ ★ 

Ortada bir güvenlik zafiyeti olduğu açık. Ama sorun sadece güvenlik zaafl arı ya da eksik istihbaratla ne izah edilebilir ne de çözülebilir… 

Dünyanın muhtemelen en gelişkin istihbarat ve güvenlik teşkilatlarına sahip ABD 11 Eylül’ü engelleyebildi mi? 

İspanya, 2004 Mart’ında başkent Madrid’de 200’e yakın insanın hayatını kaybetmesine neden olan dört ayrı trende bombaların patlatılmasını durdurabildi mi? 

Bir yıl sonra Londra Metrosu’nda meydana gelen art arda patlamalarla düzinelerce insan yaşamını yitirmedi mi? 

Fransa, korkunç Charlie Hebdo baskınını önleyebildi mi? 

★ ★ ★ 

Diyeceksiniz ki, “Ama bu olaylar savaş halindeki ülkeler dışında hiçbir yerde Türkiye’deki kadar yoğun yaşanmıyor”… 

Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç şimdi de başkent… 

Haklısınız, benim de üzerinde durmak istediğim nokta bu… 

Yapanlar ve yaptıranlar kadar biz de bu olaylardan sorumluyuz… 

Çünkü davranışlarımızla bunlara zemin hazırlıyoruz… 

Ve eğer biz bu zemini ortadan kaldırmazsak, birilerinin gözünde kolay karıştırılabilecek, kutuplaşmış, kırılgan bir ülke olarak görünmeye devam edersek, maalesef Ankara’daki katliam son olmayacaktır… 

Asıl yanıtını bulmamız gereken soru şu:

Terör örgütleri, dost-düşman ülkelerin istihbarat örgütleri, bu saldırıların arkasında her kim varsa iştahlarını kabartan bu zemini onların ayaklarının altından nasıl çekeriz? 

★ ★ ★ 

Biraz daha açayım: 

Örneğin, Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin ‘hain saldırı’ sonrasında yaptığı açıklamada; “Terörden dolayı, Türkiye’nin herhangi bir yerinde tek bir vatandaşımıza dahi zarar gelmeyene kadar milletçe tek vücut olmalı ve terörü yaratan tüm faktörlere karşı ortak bilinçle hareket etmeli, bu belayı bu güzel topraklardan bir daha geri dönmemek üzere uzaklaştırmalıyız” deniyordu… 

Aklı başında herkesin katılacağı bir çağrı bu… 

Nitekim, dün, iş dünyası ve sivil toplum kuruluşlarının çağrılarına dayanarak biz de DÜNYA’nın manşetine ‘kenetlenme zamanı’ sözlerini çıkardık… 

★ ★ ★ 

Gelgelelim, eksiğimiz yeterince çağrı yapmamakta değil… 

‘Kenetlenme’ çağrıları, en sağduyulu yaklaşımlar da olsa, yaraya fazla merhem olmuyor. Bizim teröre cesaret veren kırılganlıklarımızın üstesinden gelmemiz gerekiyor. 

Acı ama gerçek bu… 

Bunun için de anlaşmamız, bizi bu denli kutuplaştıran sorunların çözümünde uzlaşmamız lazım… 

Ama işte o noktada ciddi bir sorunumuz var: Uzlaşmayı bilmiyoruz! 

★ ★ ★ 

Hem bilmiyoruz hem de korkuyoruz. Öyle ki, bizi bir araya getirmesi gereken Cumhuriyet tarihinin en büyük terör saldırısı bile bizi uçlara savuruyor… 

Sadece bu mu? 

İncir çekirdeğini doldurmayacak konular etrafındaki tartışmaları bile ölümüne düello havasında yürütüyoruz. Uzlaşma, bize telafisi imkansız bir yenilgi gibi geliyor… 

‘Elimizi versek kolumuzu kaptıracağımız’ endişesinin bir türlü üstesinden gelemiyoruz… 

En küçük bir ödün verdiğimizde arkasından yeni ödün isteklerinin geleceğinden o kadar eminizki… 

★ ★ ★ 

Bunun tabii ki, tarihsel nedenleri var. Belki de son birkaç yüzyıldır, bir-iki istisna hariç her oturduğumuz masadan kayıplarla kalkmanın yarattığı travmalar genlerimize işledi. Bilmiyorum ama ne yapıp edip, uzlaşmayı öğrenmemiz gerekiyor… 

Ne sağlıklı tartışmayı, ne sağlıklı görüşme yürütmeyi biliyoruz… 

Zorunlu olarak masaya otursak bile kafamızdaki tek uzlaşma stratejisi karşı tarafın üzerinden kamyon gibi geçmek… 

★ ★ ★

Uzlaşma kültürü eksikliğinin doğal sonucu çözümsüzlük… 

Uzlaşma becerilerinden yoksun yöneticilerin, hep kendileri için en iyi çözüm peşinde koşması ve ödün vermeyi reddetmesi, sorunları çözümsüz bırakıyor. 

Üstelik çoğu zaman durumu daha da ağırlaştırıyor. Çünkü bugün Türkiye’de yaşadığımız gibi, gerginliklerin ve sorunların artması, bir süredir ülkeye heyecan veren gelişmenin durması, insanları daha hırçın, güvensiz ve uzlaşmaz yapıyor. 

★ ★ ★ 

Aslına bakarsanız, uzlaşmadan kaçış yok… 

‘Varolmak, Gelişmek Uzlaşmak’ adlı kitabında “Uzlaşma, bir anlamda dengeye ulaşmak demektir. Çatışmak, kavga etmek, kısa vadede karlı olabilir ancak uzun vadede tarafl ara ve ilişkiye zarar verir” diyor Prof. Dr. Üstün Dökmen ve uzlaşmak için gerekenleri sayıyor: 

“İkisi temel, üçü de bunların uzantısı beş şeye ihtiyacı var: Varolmak, gelişmek, kendini tanımak/irrasyonel (akılcı olmayan) düşüncelerden kurtulmak, empati kurmak ve müzakere etmek.”

★ ★ ★ 

Örneğe bile ihtiyaç yok. Şöyle son bir-iki ayın olaylarını gözünüzün önüne getirin, yeter de artar… 

Söyleyeceğim şu; 

Üstün hocanın vurguladığı son üç gereklilikte yan çizmeye devam edersek, hayat bizi bugün reddettiğimiz uzlaşma koşullarından çok daha kötü sonuçları sonradan kabul etmek zorunda bırakabilir. 

Ama öte yandan, Türkiye’nin en dinamik ve girişimci aktörlerini oluşturan siz DÜNYA okurlarının çok iyi bildiği gibi… 

Nasıl şirketlerde, tüm çalışanların üzerinde uzlaştıkları ve paylaştıkları bir vizyon, yaratıcılık ve verimlilik düzeyini yükseltirse… 

Bir uzlaşma aklına ve cesaretine sahip yöneticilerin çözüm üretimi için yapacakları girişimler de siyasette ve ekonomide önümüzü açar. 

★ ★ ★ 

Toplum olarak kalıcı ve sağlıklı uzlaşılara nasıl ulaşabileceğimize ilişkin düşünce ve önerilerinizi bekliyorum… 

Tekrar hepinizin başı sağ olsun...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar