İstanbul'da bir İranlı şifacı

İran’da tuz madenleri olan bir ailenin varisiyken 17 yaşında Ankara’ya eczacılık okumaya gelen Ferhad Farşi, Türkiye’nin ilk biyoteknoloji ilacını üretmeye hazırlanıyor.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Tebriz’in 50 kilometre uzağında, adını bulunduğu bölgedeki gölden alan Hâce köyünde başlayıp İstanbul’a uzanan bir hikayenin kahramanı Ferhad Farşi. Bölgedeki zengin tuz madenlerini işleten kalabalık bir ailenin biricik oğluyken şartlar onu Ankara Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ne sürüklemiş. Uzun yıllar ilaç sektöründe yöneticilik yaptıktan sonra geçtiğimiz aylarda kendi şirketini kurdu. İran merkezli biyoteknoloji şirketi Cinnagen'in Türkiye kurucusu ve CEO’su olarak hedefi, Türkiye’nin ilk özgün biyoteknoloji ürününü geliştirmek. “Bizim için Türkiye yurtdışı değil” derken, neden bu enerjisini iran değil de Türkiye için harcağıdının da yanıtını veriyor. Farşi ile Tarabya sahilinde hem yürüdük hem de bisiklet sefası yaptık. İşte o sırada ortaya bu sohbet çıktı...

- Sizi uzun yıllar yönetici olarak gördük, şimdi masanın diğer tarafında “patron” olarak karşımızdasınız. Aklınızda ne var?

Türkiye’nin ilk özgün biyoteknoloji ürününü üretmeyi hayal ediyorum. Çalışmalarına başladık. İnşallah yedi yıl sonra bunu başarmış olacağız. Cinnagen’in dünyada beş Ar-Ge merkezi var. bunlardan biri de Almanya’da. Türkiye de bunlardan biri olsun istiyoruz. Şirketin kurucuları İran’lı Dr. Feridun Mahbudi ve Dr. Haleh Hamedifar da bu konuda çok hevesli. Her ikisi de dünya çapında biyoteknoloji alanında ünlü isimler. Bizim geliştirdiğimiz ürün de onkoloji alanında olacak. Ayrıca bir de nadir hastalıklarla ilgili çalışmalarımız var. Her iki ürünün de Ar-Ge süreçlerini burada tamamlamayı düşünüyoruz. Bu beni de ortağımı da çok heyecanlandırıyor.

- İran, eczacılıkta dikkat çeken bir ülke. Neden eğitim için Türkiye?

17 yaşında Türkiye’ye geldim. Köyümüz büyük bir gölün kıyısında ve tuz dağlarının ortasındadır. Ailem tuz madenleri işletiyordu. Dedemin büyük bir evi vardı. Orada amcamlarla kalabalık bir ailenin içinde büyüdüm. Biz üç kardeşiz, ben tek erkeğim. Dedemin iki erkek torunu var ama diğeri Oxford’da okudu ve İran’la bağlarını kopardı. Dedem de bu yüzden bana çok düşkündü. Ben Türkiye’ye geldikten 40 gün sonra vefat etti. Çok ilginç bir insandı, cenazesini önceden planlamış, kefenini bile prova etmişti. Ondan çok şey öğrendim, etkilendim.

- Gelişiniz zor olmuştur öyleyse...

Ailenin bütün gençleri Amerika’ya öğrenim görmeye gidiyordu. Ben de öyle yapacaktım. Amerika vizesini beklerken bir arkadaşım Ankara’ya üniversite sınavına gittiğini söyledi. Bana da “gelsene” dedi. Bekleyeceğime gidip öylesine gireyim dedim. Hacettepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni kazandım. Kazanınca da okudum.

- Türkiye algısı nasıldı?

Biz Türkiye’yi sizin bizi tanıdığınızdan çok tanıyor ve seviyoruz. Orada Türkiye çok önemli. Diziler sürekli takip ediliyor. Türkiye İran’ı tanımıyor ama bizim için burası başka bir ülke değil. Hatta anneannem Türkiye’ye okumaya gidiyorum dediğimde “neden hariciyeye gitmedin” diye sordu. O kadar kendimizden benimsiyoruz. Kuzenlerim sadece Türk dizilerini izliyor, oyuncuları yakından takip ediyorlar.

- Genç yaşınızda başka bir ülkede yeni bir hayat kurdunuz. Zor olmadı mı?

Gerçekten genç yaşta savaşı da devrimi de gördüm. 17 yaşında buraya geldim. Yalnız yaşadım. Bütün bu zorluklar büyük bir sükunet ve huzur getirdi bana. Olaylara farklı bakmamı sağladı. İran, büyük acılar yaşadı. Tüm bunlar; İranlı olmak, Tebrizli olmak bana büyük bir güç veriyor.

- Bu güç en çok ne zaman işinize yarıyor?

Bence zor projelere olan düşkünlüğüm buradan geliyor. Yaşadıklarım beni böyle bir insan haline getirdi. Bulunduğum sektörde her gün yeni bir kriz doktorluğu söz konusu ve ben çevremi şaşırtan bir sakinlik sergiliyorum. Eğer bir fırtınadan yıkılmadan çıkmışsanız, gücünüze güç katmışsınız demektir. Ekibime de bunu tavsiye ediyorum. O nedenle krizlere karşı dayanıklı bir ekibim var.

- Türkiye’deki hayata alışmanız zor oldu mu? Hayır. Son sınıftan itibaren çalışıyorum. Öğrenciyken evlendim. Eşim de İranlı. Çok çalışkan bir öğrenciydim. Notlarım hep A oldu. Farmasi Teknoloji alanında yüksek lisans yaparken o dönemde çalıştığım şirket bana yurtdışında bir pozisyon önerdi. Hocam çok kızdı ancak notlarım çok yüksek olduğundan yüksek lisansı da geçtim.

- Patron olmak iş hayatına bakışınızı değiştirdi mi?

Çalıştığım her kurumu kendi şirketimmiş gibi sahiplendim ama bir yandan da hep kendi şirketimi kurmayı hayal etmiştim. Şimdi çalışanlarıma "Mutlu çalışın" diyorum. Dünyada bir biyoteknoloji devrimi yaşanıyor. Bu ilaçların yan etkileri daha az, tedavileri ise daha etkin. Türkiye’de konu çok yeni ancak bu devrimin dışında kalmasını istemiyorum. Çok uluslu şirketler önümüzdeki 10 yılda Türkiye’ye önemli bir teknoloji aktarmayacak. Bunu biz yapacağız.

- Bu, ahde vefa mı?

İranlıyım ama Türküm, Azeriyim. İran ve Türkiye arasında büyük potansiyel var ama nedense kullanılamıyor. Ne zaman işbirliğine gidecek olsak yeni bir bölgesel sıkıntıyla ilişkiler tıkanıyor. Türkiye benim vatanım ama İran’ı daha fazla dikkate alması gerektiğini düşünüyorum.

- İran mutfağı dünyaca ünlü. Türkiye’ye de çok yabancı değil. Sizin mutfakla aranız nasıl?

Çok iyi yemek yaparım. Örneğin müthiş pilav yaparım. Mutlaka safran kullanırım. Bizde pilav ana yemektir, Türkiye’deki gibi garnitür değil. Biz pilavın dibini özellikle tuttururuz. Bir İranlıya pilavı garnitür olarak verirseniz kavga çıkar. Hele bir vişneli pilav var ki, elime kimse su dökemez.

'İran pilavı albaloo polo'yu çok iyi pişiririm'

- Bize tarifini verir misiniz?

Kaynar suda pilavı diri kalacak şekilde haşlayın. Süzün. Vişneleri yağda hafif soteleyin. Haşladığınız tavuk etlerini de ayrı bir yerde safranla soteleyin. Vişneyi tavukla karıştırın. Tencerede tereyağını eritin. Dibine iki kat yufka serin. Haşlanan pirinçleri ve vişneli tavukları sırayla tencereye bir piramit şeklini alacak şekilde dökün. Bu renkli tepenin üzerine delikler açın. Tereyağ parcalarını bu deliklere bırakın. Tencerenin kapağını kalın bir pamuklu bezle sarıp kapatın ve kısık ateşte demlendirerek pişirin. Servis ederken tencereyi ters çevirin. Biz buna İran’da Albaloo Polo diyoruz.

Dost meclislerinde DC'lik görevi benimdir...

- Peki dostlarınız, onların arasında nasıl bir Ferhad Farşi çıkıyor ortaya?

Türkiye’de 25 kişilik, çoğu doktorlardan oluşan, ailelerin de dahil olduğu bir arkadaş grubum var. Artık birbirimizin ailesi olmuşuz. Ben bu grubun DC’iyim. Müzik işleri benden sorulur. İyi bir müzikseverim. Ciddi bir albüm koleksiyonum var. En çok 80’lerin müziğine düşkünüm. Ailem burada değil ama kendi seçtiklerimle burada bir aile oluşturuyorum.

- O aileye kimler girebilir, dostlukta kriterleriniz neler?

Güven, açık ara kriterim. Sırtınızı dayadığınız insanların sağlam olması gerekiyor. Ancak bir özelliğim var, güvenmeyi severim ama yüzde 100 teslim olmam. Ömer Hayyam’ın bir şiiri vardır, özetle der ki; “Benimle senin arandaki her şey bir perde aracılığıyla gerçekleşiyor. O perde düşerse ne sen kalırsın ne de ben”. Ben de ilişkilerimde öyleyim, o perdeyi hep korurum.

İnsanlara çare götürmek istiyorum

- Ne bekliyorsunuz hayattan?

12 yaşında bir kızım var, hiç bir önemli günümde yanında olamadım. Öyle gerekiyordu ve oldu, pişman değilim ama şimdi dünya malı beni yoruyor. Vücudumun istediği bu değil. Son beş yıllık süreçte anne ve babamı kaybettim. İnsan öyle bir noktaya iniyor ki, artık dünyaya farklı bir gözle bakıyor. Lükse bir düşkünlüğüm yok. Şu anda tek hayalim, insanlara çare götürmek, tedavi götürmek. Şu anda ruhsatlanma aşamasında bekleyen 75 dosyamız var. En büyük motivasyonum bilgi transferi yapmak.

Nasa'daki İranlılar Asghar'a ödülünü vermiş!

- İranlı yönetmen Ferhadi, vize yasağı nedeniyle törene katılamadı. Bu size neler hissettirdi?

Asghar Ferhadi müthiş bir adam, büyük yetenek. Bu dönemde bile böyle yaptırımlar olduğuna inanamıyorum. Onun adına ödülü alan da dünyanın ilk kadın 'uzay turisti' Anusheh Ansari. Nasa’da birçok İranlı bilim insanı var. Asghar’a uzaydan bir fotoğraf gönderip altına "Üzülme, uzaydan bakıldığında sınır da yok vize de" yazmışlar.