Ortaklarla borç alacak ilişkilerinin kurumlar vergisi indirimine etkisi

Yrd.Doç.Dr. Yusuf İLERİ - Yeni Yüzyıl Üniversitesi Hukuk Fakültesi

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Nakit olarak gerçekleşen sermaye rakamları üzerinde kurumlar vergisi kazancından indirimi öngören Kurumlar Vergisi Kanunu'nun 10'uncu maddesinde, “Ortaklardan (…) kredi kullanılmak veya borç alınmak suretiyle gerçekleştirilen sermaye artırımları indirim hesabından dikkate alınmaz.” Denilmiştir. Maliye Bakanlığı tarafından yayımlanan Tebliğ Taslağı da, yasal düzenlemenin istikametinde yürümüştür. 

Tebliğ taslağı, ortaklarla ilgili iki örnek olay vererek açıklamalara başlanmıştır. Tebliğin başladığı yerde sürdürürsek bunlardan birinde ortak, şirkete borçludur. Diğerinden ise tam tersine şirket ortağa borçludur. Her iki örnekte de ortakların gerçekleştirdiği nakit sermaye artışının indirimden yararlanılması borcun kapatılmasına bağlı kılınmıştır. Yani ortağın şirketten para çekmesi ile şirkete borç para vermesi aynı kefeye konmuştur. Ortağın şirketten borç alması halinde böyle bir yaklaşım bir an için haklı görülse dahi, şayet ortak şirkete borç para vermiş ve alacağını tahsil etmemişse, neden böyle mesafeli yaklaşıldığı anlaşılır değildir. Ortağın şirketten para çekmesi şirketten kan kaybı ise, ortağın şirkete para vermesi ise tam tersine kan, ruh ve para desteğidir. Şaşırtıcı olan da, Yasada “Ortaklardan kredi kullanılmak veya borç alınmak suretiyle gerçekleştirilen sermaye artırımları üzerindeki indirim hesaplamasına yasak getirilmesidir. Yani bir ortak şirketine nakdi sermaye artışı için borç para veremez mi? Hatta hem borç para verip hem de ilave olarak nakdi sermaye koyamaz mı? Yasa koyucu ortaklar hesabına toptancı bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Tebliğ taslağında ortaklarla para trafiğine “gerçek nitelikli borç ilişkisine dayanmayan ortaklara borçlar hesabı” denilmesi bu toptancı yaklaşımın izdüşümüdür. Öte yandan bu ifade, vergi incelemelerinde bu hesap üzerinde yapılacak adat hesaplamalarına dayalı tarhiyatları tartışılır hale getirecektir. İşte haklı bir soru: Ortaklar hesabında izlenen tutarlar gerçek nitelikli değilse adat hesaplamanın dayanağı nedir?

Burada ince nokta şudur: Ortağın ya da şirketin bankadan borç alarak ve bankaya borçlu kalarak nakdi sermaye artışı yapması halinde indirimden faydalanması mümkün olacaktır. Hatta tebliğ taslağında iş biraz daha abartılmış, indirimden faydalanmak ortaklardan alacaklar ve/veya ortaklardan borçlar hesabının kapatılmasına bağlı kılınmıştır. Yani açık ve örtülü bir şekilde “Git bankadan borç al, getir ortakla hesabını kapat akabinde indirimden yararlan” denilmektedir. Tebliğ taslağının 10.7.1. bölümündeki örnek olaylarda bu açıkça ortaya konmuştur. Devlet şirket ve ortakları arasına, onların çıkarlarına aykırı sonuç doğuracak şekilde finans kurumlarının yararına bu kurumları sokmaktadır. Şirket ve onun gerçek sahipleri arasındaki para trafiği ve finansman desteği “out” olmuş, bankadan alınan kredi “in” olarak öz kaynak hanesine yazılmıştır. Tebliğ taslağı böyle bir dolanımın muvazaa olarak değerlendirilmeyeceği güvencesini vermiştir. Gerçi tebliğ taslağında “nakdi sermaye artışının muvazaalı bir şekilde gerçekleştirildiğinin tespiti halinde haksız olarak faydalanılan indirim nedeniyle zamanında tahakkuk ettirilmemiş vergilerin cezalı olarak tarh edileceğinden” söz edilmektedir. Ancak buradaki muvazaa ve cezalı tarhiyatın dolanarak finans kurumlarından alınan krediler için değil, şirket ve ortak arasındaki ortaklarla ilgili para trafiği yönünden söylendiği anlaşılmaktadır. Peki, amaç eğer şirketlerin sermaye yapısını güçlü kılmak ise bankadan alınan kredi ile bu sağlanabilir mi? En azından bu her zaman böyle midir? Demek ki yanlış borçlanmaların ülke ekonomileri ve şirketler üzerindeki yıkıcı etkileri yönündeki reel yaşanmışlıklar yetersiz görülmektedir. Sermeye yapısını güçlü kılmak söz konusu ise, finans kurumları ve üçüncü kişilere olan borçların tasfiyesinin daha da öncelik ve önem arz ettiği herkesin üzerinde uzlaşacağı bir olgudur. Zira bu tarz alacaklıların, alacak tahsilinde daha agresif, tavizsiz ve ilkeli hareket edecekleri bir gerçekliktir. Anayasa'mız 48/2'nci maddesiyle Devlete “özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun” danışmanlık yapmak görevini vermiştir. Bu düzenlemedeki finansal danışmanlığın sağlam bir şekilde yapıldığını söyleyemeyiz. 

Yeri gelmişken ortaklarla para trafiğine ilişkin bu olumsuz yasal düzenlemenin ilk örnek olmadığını belirtelim. Çok uluslu şirket mantığının dışlayıcı, rekabete kapalı bakış açısıyla malul olan bu yaklaşım, uzunca bir süredir Türk hukukuna egemen kılınmak istenmektedir. Öyle ki, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu ile yönetim kurulu üyesi olan pay sahiplerinin şirkete nakit borçlanma yasağı getirilmiş, başta ticaret ve sanayi odaları olmak üzere iş çevrelerinden gelen yoğun tepkiler üzerine 6335 sayılı Kanun'la yapılan değişiklikler bu yasak kaldırılmıştır. Ortaklar hesabı bu ülkenin ekonomik yapısının ve soysal dokusunun şirket bilançolarına yansıyan halidir. Ülkemiz ekonomisinin aksayan yönlerinin harmanlandığı ortaklar hesabındaki trafiğin çok geniş bir alana yayılan oldukça değişik nedenleri vardır. Konu gelir, kurumlar ve katma değer vergisi temelli tarhiyatlar ekseninde akademik alanda, idarede, Maliye Bakanlığı'nın seçkin bir birimi olan vergi müfettişleri ve mesleki kuruluşlar ile mensupları arasında yaygın tartışmalara konu olduğu halde bir senteze varılmamıştır. Yargıya yansıyan olaylarda da çok farklı kararlar çıkmaktadır. Gelinen aşamada bu konuda oldukça geniş bir külliyat meydana geldiği halde yeknesak bir bakış oluşmadığı gibi bunun hiçbir zaman oluşmayacağını söylemek gerçeğe uygun bir tespit olacaktır. Konu ile ilgili yüzlerce yargı kararı olduğu ve bu kararlarda oldukça farklı görüşler ortaya çıktığı halde, Danıştay’ın “İçtihatların birleştirilmesi”ne gitmemesi her somut olayın farklılık arz etmesindendir. Esasen tam da bu nedenlerle ki şirket mali tablolarındaki ortaklar hesabının tasfiyelerine yönelik biri 2011 tarihli 6111 sayılı Kanun'un 10 ve 11, diğeri 2014 tarihli 6552 sayılı Kanun'un 74'üncü maddesiyle iki ayrı kez af yasası çıkarılmıştır.

Ortaklar hesabına yaygın bir şekilde küçük ve orta boy işletmelerde (KOBİ) rastlanıldığını göz önüne alırsak, böylesine ideolojik bir yaklaşım bu işletmeleri tasfiye etmek dışında bir işe yaramayacaktır. Ekonominin mevcut yapısal sorunları çözülmeden ancak KOBİ’lerin bütünüyle tavsiyesi halinde, bu sorunun kökten ortadan kalkacağı trajik bir gerçekliktir. Ortaklar hesabına yaklaşımda, Vergi Usul Kanunu'nun 3'üncü maddesinin vergilendirmede “vergiyi doğuran olayın gerçek mahiyetini esas alan” ilkesi yol gösterici bir nitelik taşımaktadır.