Zaman hovardalığının pahalı maliyeti

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

İki haftalık bir tatil arasını tam zamanında vermişim. Çünkü ondan önce yayınlanan son yazımda içim epey daralmış, ülkenin çıkış yapması için çareyi bize benzemeyen, bizim gibi düşünüp davranmayan yeni bir kuşağı beklemekte bulacak kadar kötümserleşmişim. Ancak tatil sonrasında görüyorum ki kabahat bende değilmiş, etrafta olan biteni birkaç gün izlemek insanı aynı ruh haline sokmaya yetiyor. Biliyor musunuz, işin kötü yanı onca gürültü patırtıya rağmen ortak gündemin ne olduğunu, ne yapmaya çalıştığımızı dışarıdan bakan birinin anlaması mümkün değil. Belirsizliklerin bir bölümünü gidermesi, yeni bir başlangıç ve cesaretle dönüşüm ihtiyacını karşılayacak reformlar için yeterli zaman sağlayacağını düşündüğümüz genel seçimlerden bu yana yaklaşık üç ay geçmişken hükümet kurmamak için elimizden geleni yapıp kasım başı seçimleri yenileme kararı almış, böylece siyasal belirsizlik dönemini yıl sonuna kadar uzatmayı garantilemiş durumdayız. Üstelik o seçimin muhtemel sonuçlarının ne kadar uzun bir süre için yeni hükümet arayışlarına yol açacağı da belli değil. Yani koca bir yılı, başka her şeyi geriye iten bir seçim ikliminde yaşayacağız. Bunca çözüm bekleyen kronik sorunumuz varken, dünyada ve bölgede öngörülemeyen bir çalkantı her zaman tetikte ve hazır olmamızı gerektirirken, tam da bizden beklenebilecek bir davranış tarzı, değil mi?

Kaçan fırsatlar küme de düşürtebilir
Zaten hiç de matah bir durumda olmayan ekonomi, yaz boyu süren bu verimsiz ve kısır süreç sonunda daha da kırılgan hale geldi. Ne üretim ve güven endeksleri, ne de enflasyon ve istihdam verileri olumlu sinyaller veriyor; dahası tahminler giderek daha da bozulacağı yönünde. Beklentilerin bozulması, döviz kurunun önemli düzeyde yükselmesine rağmen dış kaynak girişlerinde bir hareketlenme olmamasından da belli. Oysa çevre ülkelerinde çalkantı devam ederken Türkiye güven verebilse ideal yatırım yeri bulmakta güçlük çeken küresel sermaye için en azından yeni dengeler kuruluncaya kadar kaynak çekebilmeliydi. Öngörülebilir olmamayı marifet sayar gibiyiz, elbirliğiyle bizden uzak durun mesajı veriyoruz.

Böylece yol açtığımız sorun, zaten artık kanıksayıp alıştığımız “yapısal dönüşümün ertelenmesi” de değil, daha kötü. Artık konjonktür yönetiminde de zorlanacağımızın işareti. Biz ise oturmuş bir liberal ekonomide her biri büyük bir kriz göstergesi sayılabilecek pek çok sorunu çözmek bir yana kördüğüm haline getirerek hâlâ normal olduğumuzu iddia etme tuhaflığı gösteriyoruz. Bir de baş etmekte ve yarışta kalmakta zorlandığımız mevcut üretim ve iş yapış biçimlerinin yakın bir gelecekte büyük ölçüde değişmesi, teknolojinin ekosistemleri, birbirine bağımlılığı ve işgücü niteliğini dönüştürmesi ihtimali dikkate alındığında aklımızı başımıza toplamadığımız takdirde önümüzdeki yıllarda bir üst lige çıkma şöyle dursun, halihazırda içinde bulunduğumuz yükselenler liginde kalabilme mücadelesi vereceğimizi öngörmek müneccimlik sayılmaz. Esnek çalışma, yenilikçilik ve teknoloji üretimi ya da transferi konusunda yıllardır ayak sürüdüğümüze bakınca nasıl olup da hızlanacağımıza mantıklı bir cevap vermek güç.

Endonezya ve Karaosmanoğlu
Geçen yazıda biz zamanımızı hovardaca harcarken bizden ileride ya da geride pek çok ülkenin stratejik odaklanma ile değişime uyum gösterme ve rekabetçiliklerini geliştirme çabalarından örnek vermiştim. Bugün de tatilde dikkatimi çeken ve uluslararası gazetelerde yayınlanan bir ilandan söz edeceğim. Endonezya Yatırım Koordinasyon Kurulu, Güneydoğu Asya'nın bu en büyük ekonomisinin her yıl ortalama yüzde 23 arttırarak geçen yıl 43 milyar dolara yükselttiği doğrudan dış yatırım tutarını yetersiz bularak yatırım cazibesini azaltan faktörlere yönelik olarak üç önceliğe odaklanan bir reform programının hükümetçe kararlaştırıldığını belirtiyor: 1) yatırım ve işletme lisanslarının basitleştirilmesi,15 gün içinde bitirilmesi ve yetki karmaşasının önlenmesi 2) Emlak alımı, hammadde temini ve vergi mevzuatı konusundaki darboğazların giderilmesi 3) Vergi ve gümrük teşvikleri sağlanması. Anlaşılan Endonezya da, ekonomisinin büyüklüğünün ve G-20'deki sırasının bizim önümüzde olan konumu ile övünmek yerine, Uzakdoğu ülkelerindeki başarı hikâyesi yaratanlarla kendini kıyaslamayı ve onlarla arasındaki mesafeyi kapatmayı hedeflemeyi tercih ediyor.

Bazılarınız hatırlayacaktır, 1971'de kurulan teknokrat ağırlıklı darbe hükümetinde ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı olan Atilla Karaosmanoğlu, hazırladığı programda hedef olarak 22 yıl sonra İtalya'nın düzeyine ulaşmaktan söz ettiğinde çok eleştiri almış ve çıtayı düşük tutmakla suçlanmıştı. Oysa aradan 45 yıl geçmesine rağmen hâlâ o düzeyi tutturamadığımız gibi hedeflerimiz de özenle hesaplanmış projeksiyonlara dayanmayan ve gerçekçi olmayan “ilk 10 ekonomi arasına girmek” gibi soyut söylemlerle ifade ediliyor. Kaldı ki o zamandan bu yana yapısal faktörlerde sağladığımız gelişmenin yetersiz olduğu da açık.

Sözgelişi en önemli döviz fabrikalarımızdan biri olan turizmdeki nitelikli işgücü potansiyelimizde Güney Avrupa ülkelerine oranla daha da gerilemiş olabiliriz. Gerçekten o yıllarda İtalya'da İngilizce bilen personele rastlamak bayağı zorken, şimdi neredeyse hepsinin konuştuğunu gözledim. Bizde aynı düzeyde bir gelişmenin olduğunu hiç sanmıyorum. Zaten eğitim kalitesi konusundaki düşük performansımızın doğal bir sonucu bu. Kentlileşme sürecinin tamamlanmamış olması da aynı sorunun bir başka görüntüsü. Belli ki bu özelliklerimize bir de “zamanın değerini bilmeme”yi eklemeliyiz.
 

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019