Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 60. yaşını kutluyor…

Kültür Yayınları'nın 60. kuruluş yıldönümü vesilesiyle İş Sanat Kibele Galerisi'nde sergi gerçekleştirildi.

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Türkiye İş Bankası tarafından eski milli eğitim bakanlarından Hasan Ali Yücel'in desteğiyle 1956 yılında kurulan Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 60. yılını kutluyor. Bu kapsamda, İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanı Ersin Özince, İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali, Kültür Yayınları Yönetim Kurulu Başkanı Yılmaz Ertürk ve Kültür Yayınları Genel Müdürü Ahmet Salcan'ın ev sahipliğinde bir tören düzenlendi.

Ersin Özince, İş Bankası Oditoryumu'nda düzenlenen törende yaptığı konuşmada, Kültür Yayınları'nın, Türkiye'nin kalkınmasına katkı sağlamak ve refahını yükseltmek misyonuyla kurulan bankanın kuruluş felsefesinin kültür ve sanat hayatındaki yansıması olduğunu vurguladı. Kültür Yayınları'nın, yayıncılık faaliyetinin çok ötesinde Cumhuriyet'in değerlerine sahip çıkma, aydınlanmacı ve çağdaş kuşakların yetişmesine katkıda bulunma gibi bir amacı bulunduğunu ifade eden Özince, "Bizim işimiz ne bankacılıktır ne yayıncılıktır. İşimiz vatandaşlarımızın çağdaş medeniyetle mütenasip, mutlu, müreff eh yaşaması için üstlendiğimiz görevle bağdaşık katkıda bulunmaktır. Bu kapsamda geldiğimiz yol önemli" dedi.

İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali de törendeki konuşmasında, Kültür Yayınları'nın, bankanın kuruluş misyonu ve felsefesinin bir parçası olduğunu vurguladı ve başta Hasan Âli Yücel olmak üzere Kültür Yayınları'nın kuruluşunda emeği geçen isimleri anarak şunları söyledi:

sadece finansal işler yok

"İş Bankası'nın kuruluşuna gittiğimizde anlıyoruz aslında İş Kültür Yayınları'nın nasıl kurulduğunu, arkasındaki felsefeyi de… İş Bankası, kurucumuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bu ülkede siyasi bağımsızlıktan sonra iktisadi bağımsızlığı hâkim kılmak için kurduğu müessese, Cumhuriyet'ten bir yıl sonra… Ve kuruluş misyonunda, kurucu felsefenin iddialarında sadece bir banka olmak yok, sadece finansal işler de yok. Ülkenin ekonomik ve sınai kalkınmasına doğrudan ve dolaylı her tür katkıyı sunmak var. Bunlar da yetmiyor. Kültürel ve sosyal gelişimine de her tür katkıyı sunmak söz konusu. Bugün 60. yılını kutladığımız Kültür Yayınları'nın kuruluş felsefesinde de bu misyonun, bu görev bilincinin katkısı var. Eski Genel Müdürlerimizden ve Kültür Yayınları'nın ilk Müdürler Kurulu Üyelerinden merhum Ferit Basmacı'nın aynen kendi ifadelerinden okuyacağım;

'Kültür Yayınları'nın kuruluşundaki amaç reklam ve propaganda değil, ülkeye bir kültür hizmetinde bulunmaktı. Aslında Kültür Yayınları'nı düşünen ve bunu bankamıza kabul ettiren kişi merhum Ahmet Dallı'ydı. Kendisi çok okurdu. Eski Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel'i de Kültür Yayınları'nın başına getiren oydu. Kültür Yayınları'nın ilk Müdürler Kurulu Başkanı Ahmet Dallı, Uluğ İğdemir ve benden oluşuyordu. Ancak bu bir formaliteydi. Gerçekte bütün yük müşavir olarakçalışanHasanÂliYücel'inüzerindeydi.

Kültür Yayınları'nın her şeyiydi

Hoşgörülüydü, çalışkandı Hasan Âli Yücel… Sorar, soruşturur, yazar, yazdırırdı. Bütün kitapları baştan sona okur, tashihleri bile kendisi yapardı. Kitapların her şeyiyle ilgilenirdi. Herhangi bir kitabı beğenir ve basılmasını uygun görürse, Müdürler Kurulu olarak bize 'evet' demekten başka iş kalmazdı. Kültür Yayınları'nın her şeyiydi.'

Bu vesileyle Kültür Yayınları'nın bugünlere gelmesinde emeği geçen bütün bankamız mensuplarını, büyüklerimizi ve Hasan Âli Bey'i şükranla bir defa daha anıyorum.

Tabii bugün 60. yıl vesilesiyle de Kültür Yayınlarımızın bugün geldiği merhale için başta Sayın Genel Müdür Ahmet Salcan olmak üzere, yayınevimizin tüm çalışanlarını, yazarlarını, çevirmenlerini, çizerlerini, tasarımcılarını, dizgicilerini, velhasıl yayın faaliyetinde emeği geçen bütün çalışanları ve elbette de bunu yaşatan okurları yürekten kutluyorum. Çok güzel bir işi çok güzel yapıyorlar. Ellerine sağlık, zihinlerine sağlık… Güzel bir iş bu hakikaten, güzel bir iş. 55. yılımızdaki törende, ben istediğim kadar okuyamadığımdan yakınmıştım görev ve sorumluluklarım nedeniyle… Şimdi başka bir şey daha ifade etmek istiyorum, hayatta her şeyi seçemiyorsunuz maalesef, benim bankada özendiğim iki görev var. Birisi Kültür Yayınları'nın Genel Müdürü Ahmet Salcan'ın pozisyonu, diğeri de Müze Müdürü'müz Necdet Bey'in…
Bu güzel işi, aynı zamanda da çok zor ve kıymetli işi değerini asla ifade edemeyecek olan ekonomik kıstaslarla da yapmaya bir yandan devam ediyoruz. Çünkü, önceki dönemlerde bu değerlendirmelerimi paylaşmıştım; fiyat finansal bir kavram, kitapla örtüşmüyor. Çünkü kitap, değer… Hâlbuki diğer konuştuğumuz, fiyat… Fiyat onun çok uzağında kalıyor. Ben fiyat ile değerin en amansız çelişkisi kitaptır derim maalesef… Çünkü bir tarafta her bir bireye ayrı ayrı dokunan, ikame edilemez bir yolculuk var, öbür tarafa baktığınızda satış, pazarlama, baskı, dizgi, bir sürü ticari meta algısı ve içeriğinden tamamen kopmuş halde… Kitap başka bir şey oysa…

Çocukluk günlerimizi, yıllarımızı hatırlayalım. Onun kokusu bile başka bir şey. Konu kitap olunca, fiyat değeri ifade edemiyor, iktisat kavramları yetmiyor buna.

Ben bu yüzden şöyle söylüyorum; aslında bütün kitaplar ucuzdur. Buradan kitapların fiyatını artırmayı düşündüğümüzü çıkartmayınız lütfen. Bütün kitaplar ucuzdur derken, çok okuyan, çoklu okuyarak, çok yönlü okuyarak siz çoğalırken, başka biri olurken, verdiğiniz ile aldığınız arasındaki asimetriye bakarsanız 'bütün kitaplar ucuzdur'. Bu yönüyle bakıldığında esasen bence eşitsiz bir zenginleşmedir. Tabii maddi mânâda bir zenginleşme değil. Eşitsiz bir zenginleşme... Meselâ ne zenginleşir? Kelime hazineniz zenginleşir. Kullandığınız kelimelerin sayısı eğitimliliğinizi, sizin entelektüel seviyenizi belirler… Ve illaokumuşlukdeğil, amaeğitimlilik daha çok sayıda kelimeyi daha yerinde, daha uygun biçimde kullanmaktır aslında.

dil sorunlarımız

Örnekler vermek istiyorum size; meselâ iyi okuyan bir insan, insandan 'tane' diye söz etmez. Meselâ bir teknik direktör biliyorum, 'futbolcularımın 3 tanesi' diyebiliyor… İyi okuyan insan, meselâ, topluluklara 'kalabalık' diye hitap etmez. Bir paşa hatırlıyorum meselâ, konuşmasına başlarken, 'bu seçkin kalabalık karşısında' demişti.

Bir de geleneksel bir sorunumuz daha var. Bitişik 'de' ile ayrı 'de'… Birisi içinde anlamında 'dâhil' anlamında, diğeri 'dahi' anlamında… Zordur, onun için de davetiyelerde biz bu çileyi çekmeye devam ederiz. "Sizleri de" bitişik yazılarak gelir epeyce maalesef… Kelimelerin hepsinin oysa ayrı ayrı yeri ve uygunu vardır. Meselâ gönül başka, yürek başka, kalp bambaşka… Mermi başka, kurşun başka... Yanlış yerde kullanırsanız olmaz. Örnek; Eşkıya filminin başında çok otantik bir sahnede kurşun denilmesi gerektiği yerde, militer bir deyim olan mühimmat anlamında olan mermi kullanılmıştır. Olmaz, dil böyle bir şeydir. Dile özen gösterilmesi gerekir.

Okumamanın ya da tek yönlü okumanın tek mahsuru veya kaygı kelimeler de değil aslında. Az okuyan ya da tek yönlü okuyan düşüncelerinin tekrarına ve teyidine muhtaç ya da onun esiri haline gelir ve giderek de bayatlar. Giderek daralan bir dünyada, giderek çeşitliliğin kaybedilmesi nedeniyle bir homojenleşme yaşanır. O homojen dünya görüşü kendini tekrar tekrar teyit etmeye başlar. Bu da üstelik tutarlılık gibi algılanmaya başlanır. Hatta çok belki ileri olacak ama şizofrenik sanrılarla 'herkes öyle düşünüyor'a kadar gider. Ve aslında tarifsiz bir konfor da sağlar insanlara. Çünkü âdeta evrenin bütün sırlarını çözmüş gibisinizdir. Fikirlerinizi böyle aşamalara gelindiğinde, bunlar bakın Nirvana aşamaları, paylaşmak ve tartışmak için değil, hatta ikna etmek için bile değil, size göre ihtiyacı olduğunu düşündüğünüz insanlara onları fikirlerinizden mahrum bırakmamak için kutsal bir vazifeyle anlatırsınız doğruluğu hiç sınanmamış fikirlerinizi. Peki yazmak? Yazmak, o çok başka bir şey. Derinlik, tekâmül, yücelme…

Yaratılanlar içerisinde entropiye direnen tek varlık insan…

Scott Peck, 'Az Seçilen Yol'da aynen şöyle anlatır, çok muhteşem bir anlatımdır; tabiatta haline bırakıldığında her şey durgunluğa, dinginliğe doğru akar. Aksi yönde müdahale olmazsa dinamikten, statiğe, hareketten durağanlığa doğru doğal bir eğilim vardır. Bir nevi ölümü adresler, hayatın doğal ritmi, kendi haline bırakılmış ritmi... Sular yükseklerden aşağı akar, giderek yavaşlarlar. Çağlayanlar nehirlere, nehirler göllere, denizlere, durgun sulara doğru yolculuk yaparlar. Ve bu devinim içinde durağanlığa doğru gidişe, yani entropiye direnen, bir başka ifadeyle suyu alçaktan yukarıya çıkaran tek varlık insandır. Ve ben yazmayı da entropiye direnme olarak görüyorum.

Yaratanlar, yazarlar, çizerler, sanatçılar, kültür insanları, 5 yıl önce yine bu vesileyle bir aradaydık. Şöyle demiştim; 'belki kaybettiğimizde anlıyoruz, değerini, ikame edilemezliğini ve hayatımızdaki yerini… Biraz da bencilce belki ama, bir kültür insanını kaybettiğimizde aslında neleri kaybettiğimizi de bilmiyoruz. Yazılmamış ve yazılamayacak şiirler, şarkılar, türküler, romanlar…

yaşasaydılar...

'Oğuz Atay 43 yaşında hayata veda ettiğinde beraberinde acaba neleri götürdü? Daha yaşasaydı Tutunamayanlar'dan bile daha çok yüreğimizde iz bırakacak başka bir roman yazmaz mıydı acaba?

'Ya da Sait Faik, 47'sinde gidivermeseydi acaba daha ne kadar hikâyelerimiz olacaktı?'

5 yıl önce bu duygularla, farklı zamanlar, farklı zamanlamalar, farklı yaşlar, farklı ömür sürelerini düşünerek o gece bir arada olan insanların kıymetinin farkında olarak 'nefes alırken, duyarken, hissederken, yani yaşarken tam şu anda bir arada olmanın kıymetini bildiğimiz insanlar…' demiştim.

'Bu tablonun aslında ne kadar da kısa bir zaman diliminde avuçlarımızdan kayıp gidebileceğini hissettiğimi sanıyorum' demiştim. Ve tam da bunu anlatan Nâzım'ın Masalların Masalı şiirini okumuştum.

Ve ne yazık ki o gün aramızda olan, şurada oturmakta olan Yaşar Kemal maalesef şu anda yok aramızda. Dün, Sayın Zülfü Livaneli'nin 50. yılı nedeniyle düzenlenen gecedeydik. 'Ben bir tek Yaşar Kemal'e rahmetli diyemiyorum' dedi.

Yine şurada birlikte ne güzel sohbet ettiklerinin, bugün tekrar videosunu izlediğim Erol Şadi büyüğümüz, Erol Şadi Erdinç… Sayın Murat Bardakçı'nın deyimiyle Son İttihadçı'yı da kaybettik bu aradaki sürede.

Yine büyük bir kayıp, Kültür Yayınları'mızdan Cumhuriyet'in İktisat Tarihi'ni yazan, ulusların zenginliği ve uygarlığının eğitim boyutunu yazan çok kıymetli Hocamız Prof. Dr. Oktay Yenal'ı da bu süreçte kaybettik. Hepsini büyük bir saygıyla, rahmetle anıyorum. Atladıklarım var ise, bilmediklerim var ise onların da tamamını saygıyla, rahmetle anıyorum.

Affınıza sığınarak, yüksek hoşgörünüzle bir kez daha haddimi aşayım, bu kez size bu sıralı, sırasız gidişlere dair Ankara'da ODTÜ'de öğrenci olduğum yıllarda yazdığım bir şiirle veda edeyim. "

Adnan Bali'nin "beyamcanın öyküsü" şiiri

- Bir gün yaşadığımızı bile kanıtlayamayız. Bir ev var, / Balgat'ın arka sokaklarında. / Ahşap bir ev; / Ve çürük tahtalar, / 'Hâlâ yıkılmadım' der gibidir.

Farklı zamanlarda eklenmiş, / Üç dikecin sacayağında bir balkon; / Ve bir yaşlı Beyamca vardır, / Balkonun sağlam tarafında, / 'Hâlâ ölmedim' der gibidir. / Alnında yatay çizgiler, / Pijamasının mavi dik çizgilerine meydan okur, / Her biri yüzyıllık sevdaların tortusudur.

Pazar sabahları, / Dikkatlice eğilir; / 'Oğlum, bana bir gazete' der, / Köşedeki boyacı çocuğa. / Para düşer de aşağı, / Üstü çıkmaz nedense yukarıya. / Bir göz atış yeter, / Koyu sohbet için, / Köşker Mudahar Ustayla. / Gözleri büyür, elleri titrer, / Telaşla lafa başlarken. / Erzincan askeri kışlasının çatısı / Bilmem kaçıncı kez yapılır, / 'Eee, o zamanlar çakı gibiydik...' / Diye muhabbet bağlanır. / Sonra birbirinden ayrılmayan, / Tekdüze öksürüklere tutulur, / Ve bir pazar günü daha unutulur...

Parlak betonlarına bakamaz, / Civar evlerin, çıplak gözle. / Bir gözlüğü vardır, / Namaz kılabilirken, / Cami avlusundan aldığı. / Gözlük göze uymayınca, / Gözlerin gözlüğe uymak zorunda kaldığı.

Ekmek doğradığı kedisi, / Sürtüne sürtüne bacaklarına, / Bekler ikindi öğününü. / Beyamca memnundur sırdaşından.

/ Rahmetli Kifayet Hanım'ın yadigarıdır, / Hatırlatır onun gününü...

Siyatik artık, / Yüz hatlarına yerleşmiştir, / Beyamcanın. /Bazan saatlerce,

Titreyen parmaklarıyla tütün sarar, / Tütün ki; halis Muş tütünüdür, / İki fırtta Beyamcayı, / Öksürüklere boğar. / Her defasında; / 'Dohtur Bey, otuz yıl evvel, / İçme dediydi bu mereti' / Der ve içer...

Bir pazar sabahı, / Boyacı çocuk, / Yetiştiremez gazeteleri. / Girer Beyamca, / Karanlık bir kapıdan içeri. / Gözlüklerini ya unutmuştur, / Ya da bırakmıştır ardında...

Balgat bir başka sessiz, / Ev bir başka ıssız, / Balkon bir başka yalnızdır artık. / Rahmetlinin yadigarı, / O ikindi, bir başka açtır, / Artık, Köşker Mudahar Ustaya muhtaçtır...

Bir ev var, / Balgat'ın arka sokaklarında. / Ahşap bir ev; / Ve çürük tahtalar, 'Hâlâ yıkılmadım' der gibidir.

Farklı zamanlarda eklenmiş, / Üç dikecin sacayağında bir balkon; / Ve bir yaşlı Beyamca vardı, / Balkonun sağlam tarafında...

Kaçamak gözlerle, her baktığımda, / Beyamcasız balkona, / Mavi çizgili pijamalar giyer, / Muş tütünü içer, / Pazar gazeteleri okurdum, / Tabii; o gözlüklerle. / Ve Beyamca, / Sanki birine inat, / Hâlha devam ederdi, / Yaşamaya...

Bir sabah grayder sesleri, / Aldı götürdü, / Beyamcanın tahtalara sinmiş kokusunu. / Haa.., bu arada, / Yıkıntılar temizlenirken, / Çıktı aradan rahmetlinin yadigarı. / Son zaman, / Sefil olmuştu zaten, / Kaybedince Köşker Mudahar'ı...

Bir ev vardı, / Balgat'ın arka sokaklarında. / Ve bir yaşlı Beyamca vardı, / O evin balkonunda.

Bir hoş sada kaldı, / Şimdi onlardan. / Ev hâlâ yıkılmaz, / Beyamca asla yokolmaz, / Yaşadığımca...

Bir gün geldi, / Öykü bitti. / Ne bir ev, / Balgat'ın arka sokaklarında, / Ne de Beyamca balkonda.

BEN DE YOKUM!.."