AKP Avrupa Birliği ile tam üyeliği gerçekten istiyor mu?

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Orhan AKIŞIK

Avrupa Birliği'nin (AB), Brüksel'de 2004 yılında yapılan Zirvesi'nde Türkiye ile tam üyelik müzakerelerine başlamaya karar vermesinin ve müzakerelerin Ocak 2005'de resmen başlamasının ardından ilişkiler, beklentilerin aksine bir soğuma sürecine girdi. The Economist'in Türkiye özel raporunda tam üyelik müzakerelerinin kesintiye uğramasının nedenleri arasında Kıbrıs sorununun yanısıra, AKP ile laik kesim ve ordu arasındaki sürtüşme ve AB ülkelerinde ekonomik krizin yol açtığı ekonomik ve sosyal sorunlar gösteriliyor.

Bu faktörlere ek olarak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin yüksek öğretim kurumlarında türban yasağı uygulamasının insan hakları ihlali olmadığına dair 2004'deki kararının payını da unutmamak gerekir. Kararın gerekçesi, herhangi bir dine ait simgelerin yer ve biçim sınırlaması olmadan taşınmasının, sözü geçen dini uygulamayan veya başka dine mensup olan öğrenciler üzerinde baskı oluşturabileceği görüşüne dayanıyor. Kararın, AKP içinde sosyal ilişkilere dini açıdan bakan taraf üzerinde AB karşıtı görüşlerin güçlenmesine yol açtığı kesin.

Almanya'nın ünlü şansölyelerinden Hristiyan-Demokrat Partili Konrad Adenauer'a göre Türkiye Asyalı bir ülke olmayıp, Avrupa'nın bir parçasıydı. 1963'de Ankara Antlaşması'nın imzalanması münasebetiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde konuşan zamanın Avrupa Ekonomik Birliği Başkanı Hristiyan-Demokrat Walter Hallstein düşüncesini, "Bugün, politik önemi büyük olan bir olaya şahitlik etmekteyiz. Türkiye, Avrupa'ya aittir" sözleriyle ifade etmişti. 60'lar Avrupa ülkelerinin, daha doğrusu Almanya'nın yabancı işgücüyle tanıştığı yılların başlarıydı. Daha sonraları adından çokça söz edilen yabancıların topluma uyumu sorunu henüz su yüzüne çıkmamıştı. Zamanla Türk nüfusunun Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde giderek artması ve çoğunluğun yaşadıkları toplumlara büyük ölçüde dine dayalı geleneğin etkisiyle entegre olamaması, Türklere karşı düşüncelerin güçlenmesine yol açmıştı. Üstelik, sadece Hristiyan-Demokratlar değil, Sosyal-Demokratlar arasında da Türkiye karşıtlığı giderek güçleniyordu. Türkiye'nin AB üyeliğine karşı olduğu bilinen Almanya'nın eski Şansölyesi sosyal-demokrat Helmut Schmidt, İslam'da, Avrupa kültürünün gelişmesinde belirleyici ögeler arasında yer alan din ve siyasi otorite arasındaki ayırımın olmadığını belirtmekteydi. Bu tür düşünceler, esasen Doğu Bloku'nun çöküşüne bağlı olarak soğuk savaşın sona ermesiyle giderek taraftar kazanmıştır. Türkiye'de son yıllarda yaşananlar bu tezi adeta doğrulamaktadır.

Başbakan, Partisi'ni Avrupa'daki Hristiyan-demokrat partilerin Türkiye'deki versiyonu şeklinde tanımlıyor. Ancak, bu benzetme doğru değil. Çünkü Avrupa'daki Hristiyan-demokrat partiler daha gelenekçi düşüncelere sahip olsalar da, özünde savundukları sistem sosyal yönleri ağır basan demokrasi. Bir başka deyişle, hristiyanlığa özgü bir demokratik yapı değil. Türkiye'de ise, dini yaşam biçiminin bizzat iktidar eliyle giderek yaygınlaştırıldığı görülüyor. Bu bağlamda, üniversitelere getirilmeye çalışılan türban serbestliğinin orta öğrenim kurumlarına ve kamu kuruluşlarına yaygınlaştırılmayacağına dair bir taahhütte bulunmaktan hükümet kaçınıyor.

Başbakan, içki içmeyin meyva yiyin şeklinde telkinlerde bulunuyor; AKP'li yetkililer on yıl sonrası için kimse garanti veremez diyerek, toplumun daha da İslamlaştırılmasının yolunu açık bırakıyorlar.

Son yıllarda tam üyelik yolunda bazı adımlar atılsa da, AKP'nin bu konudaki samimiyetinden şüphe duymamak elde değil. Başbakan'ın geçmişte demokrasiyi bir araç olarak gördüğü yolundaki sözleri; iktidarın son yıllarda yargıyı karşısına alması; "çoğunluğa sahibim, o halde her istediğimi yaparım" mantığıyla hareket etmesi ve otoriter eğilimleri şüpheleri arttırıyor. Bu eğilimlerin Batı ülkelerinde yerleşik olan liberal demokrasi anlayışıyla hiç alakası yok. AKP, Türkiye'nin AB ile tam üyeliğini gerçekten istiyorsa ? Tavşana kaç tazıya, tut politikasından vazgeçmelidir.

Hükümetin Türkiye'nin komşularıyla iyi ilişkiler amaçlayan girişimlerine söylenecek bir şey yok. Zira Türkiye'nin gelişmesi, bu topraklardaki varlığını güçlendirmesinin yolu çevresinde yer alan ülkelerle iyi ilişkiler içinde olmasından geçiyor. Ancak bu, hiç bir şekilde Türkiye'nin Batılaşma politikasından taviz vermesi gerektiği anlamına gelmez. Ülkemizin üyesi olduğu Batılı kurumlar, ekonomi ve siyasi gelişmesinde önemli bir referans noktası oluşturmaktadır. Türkiye'nin dış ticaretinde AB'nin yerini dolduracak bir oluşum yoktur. Ortadoğu ülkeleri ise bu konuda kesinlikle bir alternatif oluşturmaz. Siyasi yönden ise bu, tam bir fiyasko olur. Türkiye dışında Müslüman olup da demokrasi ile yönetilen bir başka ülke daha yoktur. Bazıları diyor ki, NATO ve AB'den çıkalım. Aklıma, Samuel Huntington'ın sözleri geliyor. Medeniyetlerin Çatışması adlı kitabında Huntington, Türkiye'nin Batı'ya değil, Doğu'ya ait olduğunu; ileride NATO üyeliğinin bile tartışmalı olduğunu, bir başka deyişle NATO'dan çıkabileceğini söylemişti. Sanki, bu tezi doğrulamaya gayret ediyoruz gibi bir düşünce içindeyim. Umarım, yanılıyorumdur.