Çin’in seçimi: bu kez farklı…
Doç. Dr. Metin ÖZDEMİR / Uludağ Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi
Çin’in parası Renminbi’yi (RMB) devalüe etmesinden sonra küresel ekonominin fay hatlarında yeni kırılmaların olabileceği beklentileri de arttı. Çin’in dünya ekonomisindeki ağırlığı ve geçmiş sicili dikkate alındığında, devalüasyonun sonuçlarına ilişkin bildiklerimiz ortada. Ancak, sebeplere odaklandığımızda, durum bu sefer farklı…
Temelleri 1978 yılında atılan piyasa mekanizmasının işlemesine yönelik reformlar ve ihracata dayalı büyüme modeli ile Çin, son 30 yılda ortalama %10 düzeyinde büyüdü. Bu dönem dikkate alındığında; Çin’in büyüme performansı yüksek tasarrufların katkısıyla gerçekleşen geniş ölçekli sermaye yatırımları ve toplam faktör verimliliğindeki artışlara dayalı. Büyüme performansı açısından ilginç olan, işgücünün büyümeye katkısının giderek daha sınırlı hale gelmesi. Burada, Çin’in uyguladığı tek çocuk politikası ve ülke içi göçü engelleyen Hukou Sistemi'nin de etkisi var. Öte yandan, Çin’in dış ticaretinde ucuz işgücünün sağladığı rekabet avantajı da bilinen bir gerçek. Ancak, son yıllarda bu avantajın azaldığını dikkate almakta yarar var. Küresel kriz sonrası dönemde, toplam faktör verimliliğinin büyümeye katkısının azalması ve büyümenin ağırlıklı olarak sermaye yatırımlarına dayalı olarak sağlanması hem Çin hem de küresel ekonomi için farklı bir dönemin başlamasını simgeliyor. Mesele de burada düğümleniyor zaten…
Küresel krize karşı Çin’in politika tepkisi, altyapı ve inşaat başta olmak üzere, sağlık ve eğitim gibi alanlarda yatırımları artırmayı hedefleyen 586 milyar dolarlık bir mali teşvik paketini ve merkez bankasının (PBoC) para politikasını gevşetmesini içeriyordu. Gevşek para politikası, önemli ölçüde kamu tarafından kontrol edilen bankacılık sisteminin likidite ve kredi imkânlarını artırarak, ekonominin 2009-2011 döneminde yüksek büyüme performansı sergilemesine yol açtı. Ancak, özellikle yerel otoriteler tarafından altyapı ve inşaat gibi dış ticarete konu olmayan sektörlere yapılan yatırımlar, bankacılık sisteminin kamu kontrolündeki firmalara kredileri tahsis etmesine ve kaynak tahsisinin dış ticarete yönelik imalat sektörleri aleyhine bozulmasına neden oldu. Bu durum ve uzun vadeli büyüme dinamikleri açısından toplam faktör verimliliğindeki artışların sınırına gelinmesine bağlı olarak, kriz sonrasında azalan ve 2015 yılının ilk iki çeyreğinde %7’ye gerileyen büyüme oranı karşısında Çin hükümeti, resmi büyüme hedefini %7 düzeyine düşürdü. Küresel krizin Çin’in büyüme rejimini değiştirmesinin kaçınılmazlığını ortaya çıkardığı düşünülebilir. Ancak sosyal güvenlik sistemi ile ilgili sorunlar, sermaye hesabı ile ilgili kısıtlamalar, kamunun kontrolündeki banka-finans sistemi gibi bir dizi yapısal sorunun kaynak tahsisinin etkinliğini sınırlayıcı rol oynadığı açıktı.
İhracata dayalı büyümenin sınırlarına gelinmesi karşısında Çin’in, Kasım 2013’te yeni bir büyüme stratejisi açıkladığını görüyoruz. Strateji, kaynak tahsisinde daha fazla piyasayı merkeze alan ve büyümenin iç talebe daha fazla dayalı olduğu ve tüketim, kentleşme ve finansal liberalizasyondan oluşan üçlü bir ayağa sahip. Büyüme, %7 gibi geçmişe göre daha düşük ancak ekonomiyi hem yapısal hem de sosyal adalet ve gelir dağılımı açısından yeniden dengelemeye imkân verecek bir düzeyi hedef alıyor. Ayrıca, finansal sektör reformları (banka-finans kesiminin denetim-gözetim yapısının güçlendirilmesi), mali reformlar (sosyal güvenlik sisteminin iyileştirilmesi, vergi sisteminin etkinliğinin artırılması), yapısal reformlar (kamu kontrolündeki firmalara ilişkin düzenlemeler, Hukou sisteminin gözden geçirilmesi) ve dış ticarete ilişkin reformların (kur rejiminin esnekleştirilmesi, sermaye kontrollerinin gevşetilmesi) yapılması amaçlanıyor. Peki, Çin’in Ağustos 2015’te yapmış olduğu devalüasyon bu manzaranın neresinde?
Çin için temel kural, Komünist Parti'nin büyümeyi desteklemek için her zaman devalüasyon yapacağı gerçeğidir. Nitekim Ağustos ayında yapılan devalüasyon bir yönüyle ihracatı destekleyerek büyümeyi artırma amacını güdüyor. Ancak devalüasyonun sebeplerine ilişkin argümanlar farklı bir boyuta da işaret ediyor.
İlk argüman; devalüasyonun, kur rejiminin daha esnek hale gelmesi yönünde yeni büyüme stratejisinin içeriğinde yer alan finansal liberalizasyona yönelik reformların bir parçası olması. Ayrıca Çin’in, RMB’nin küresel bir rezerv para olması için IMF’nin SDR sepetinde yer alma arzusunu da yansıtıyor. İkinci argüman ise FED’in sıkılaştırıcı yöndeki para politikasını Çin’e –ve tabii tüm küresel ekonomiye- ihracının etkileri. FED’in, Mayıs 2013’ten bu yana para politikasını normalleştirmeye yönelik attığı adımlar ve faiz artırım süreci, küresel düzeyde doların güçlenmesine ve dolara bağlı olan RMB’nin değerlenmesiyle Çin ekonomisinin daralmasına neden oldu. Bu durumda, para politikasının kontrolünü kaybetmek istemeyen Çin için devalüasyon kaçınılmaz hale geldi.
Çin için devalüasyonu bir seçenek olarak kısıtlayan önemli bir olgu var: Kriz sonrası borçluluk düzeyindeki artış. Borcun bir kısmı, ekonomiyi büyütmek için yatırım yapan yerel otoritelere ait. Çin’in Batı finansal sisteminden önemli bir farkı, sistemin finans elitlerinin değil politik elitlerin hâkimiyetinde olmasına bağlı olarak özel bankaların hükümetten farklı bir biçimde hareket eme imkânlarının kısıtlı olması ve doğurabileceği sorunlar. Bu haliyle, büyüme için özellikle krizin ardından ciddi bir biçimde artan özel kesim kredi büyümesi söz konusu ve önemli kısmı konut piyasası ile doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili. Ayrıca, finansal olmayan kurumların, krizin ardından düşük faizle yüklü miktarda döviz borçlandıkları görülüyor. Tedirgin edici olan ise, söz konusu borcun önemli bir kısmının, yeni büyüme stratejisinde reformların bir parçası olan gölge bankacılık sistemi tarafından sağlanması.
Bu haliyle, devalüasyonun boyutu ihracatı desteklemek için yeterli ancak ekonominin diğer kesimleri için zarar verici boyutta olmamalı. Buradan bakıldığında, Çin’in yaptığı devalüasyon kur sisteminde yeni bir uygulamaya geçildiğini gösteriyor: yönetimli dalgalanma.
Çin’de, kur rejimi belli ölçüde dolara bağlı, sermaye hareketlerine belli ölçüde izin veriliyor ve PBoC, faiz ve karşılık oranlarını kullanarak para politikasını yönlendiriyor. Bu, dışa açık bir ekonomide imkansız üçleme kısıtını zorlayan bir niteliğe sahip. İhracata dayalı büyüme rejiminin sınırlarına gelindiği ve iç tüketime dayalı yeni bir büyüme stratejisinin benimsendiği koşullar farklı bir politika çerçevesine ihtiyaç duyuyor. Çin, yönetimli dalgalanma ile bir yandan ihracatı belirli ölçüde destekleyerek büyümeyi sürdürmeyi diğer yandan yeni büyüme stratejisinin gerektirdiği reformları yapabilmek için zaman kazanmayı arzuluyor. Dolayısıyla Çin’in seçimi, bu kez farklı…
Belirtilmesi gereken önemli bir nokta var… Ekonomiyi; kamunun kontrol ettiği aktörlerden özel kesimin karar aldığı bir yapıya dönüştürmek, banka-finans kesimini özel kesim tercihlerine uygun bir biçime kavuşturmak, kamu kesimini sosyal güvenlik ve gelir sağılımı gibi toplumsal ihtiyaçlara yönlendirmek ve bunlara uygun bir para-kur politikası oluşturmak sadece bir dizi teknik-iktisadi tasarımın yapılmasını gerektirmiyor. Hele ki iç tüketime dayalı bir ekonomide, Çinlilerin satın alma gücünü ve temel hak ve özgürlüklerini genişletmek zorunluluğu var.
Çin politik elitleri güçlerini paylaşmaya ne kadar hazır, asıl seçim de burada düğümleniyor…