Dil işçisi, sinema gönüllüsü

Çevirmen, öğretim görevlisi ve araştırmacı Rekin Teksoy'la bir ömrü adadığı verimlerini konuştuk

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

 

Hukuk öğrenimi gördü. Niccolò Machiavelli, Italo Calvino, Cesare Pavese, Dino Buzzati, Pier Paolo Pasolini, Curzio Malaparte, Oriana Fallaci, Milan Kundera gibi yazarlardan inceleme, roman, öykü ve şiir çevirileri yaptı. Carlo Goldoni'den çevirdiği "İki Efendinin Uşağı" oyunu, "Avni Dilligil En İyi Çeviri Ödülü"nü kazandı. Giovanni Boccaccio'nun "Decameron"unu ilk kez eksiksiz olarak Türkçeleştirmesi üzerine İtalya Cumhurbaşkanınca "Kültür Şövalyesi" sanıyla ödüllendirildi. Dante Alighieri'nin "İlahi Komedya"sını ilk kez şiir biçiminde Türkçeleştiren çevirisi de "İtalyan Senatosu Çeviri Ödülü"ne değer bulundu. Yazdığı "Rosa Luxemburg" adlı oyun, Tiyatro Ayna-Dilek Türker tarafından iki yıl Küçük Sahne'de oynandı. Arkın Sinema Ansiklopedisi, Cumhuriyet Ansiklopedisi gibi ansiklopedilerin yayın yönetmenliğini yaptı. TRT 2 televizyonunda haftalık "Sinema ve Edebiyat" kuşağını hazırlayıp sunan, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde yıllarca "Sinema Sanatı ve Sinema-Edebiyat İlişkileri" dersleri veren Rekin Teksoy'dan söz ediyorum. Bu "haftanın konuğu"ndan... Neredeyse 30 yıldır tanıdığım, dostum Rekin Teksoy'dan… O, hep çalışır, tezgâhında mutlaka bir şeyler vardır. Bu sıcak temmuz akşamüstüsünde sohbetimize, en son hazırladıklarından başlayalım istedim:

"Hani benim o ünlü 'Rekin Teksoy'un Sinema Tarihi' var ya onu güncelleştirdim, tarihleri, bu yılbaşına kadar getirdim. Yüz sayfalık filan ek bilgiler girdi içine."

Bugüne kadar Türkiye'de yazılmış ve yayınlanmış en kapsamlı sinema kitabından söz ediyor... Demek, 2009'a kadar taşımış...

"2009'un başına getirdim evet. Şimdi dizinini yapıyorlar."

Deli işi olmalı...

"Tabii dizini yapmak deli işi dediğiniz gibi. 5 - 6 bin kişi adı var, 14 bin kadar da film... Kişi adları dizini yarıyı geçti, sonlanmak üzere. Kitap fuarına kadar yetişeceğini umuyorum. Ancak, bu kez iki cilt yapacağız. Eskisi biliyorsun tek ciltti, kocamandı. Hatta ben, 'en ağır sinema kitabı' diyordum. Çünkü matbaadan geldiğinde tarttırmıştık, 3 kilo 200 gram gelmişti.

Büyük boy olduğu için, tek cildin kullanımının zor olduğu değerlendirmeleri gelince, bu kez, iki cilde böldük tek bir kutu içinde…"

Rekin Teksoy, bunu bitirdiğine göre başka bir kitaba el atmıştır çoktan...

"Bir de çok ihmal ettiğim bir sinema sözlüğüm var benim. Sözlük olduğu için ihmalin çok sakıncası yok, kavramlar eskimiyor çünkü. Yüzde 80'ine yakın bir kısmını aşağı yukarı tamamladım."

Daha önce yayınlanmış mıydı?

"Hayır, hayır çıkmamış bir kitap: 'Ansiklopedik Sinema Terimleri ve Kavramları Sözlüğü'... Ansiklopedik dememin nedeni, bazı maddeler 3-4 sayfa, bazıları ise sözlükte olduğu gibi 5-6 satır. Uzun maddeler girince işin içine ansiklopedik bir kimlik kazandı. 4'te 3'ü yaklaşık olarak tamam, bir eşref saatime gelir de yeniden dönebilirsem... Bir mesafe girdi araya. Ancak, onu bitirmeyi umuyorum, tasarlıyorum, çok da istiyorum. Özellikle öğrencilerin çok işine yarayacağını düşünüyorum, iletişim fakülteleri öğrencilerinin… Yeni Gerçekçilik, belgesel sinema, Amerika'da cadı avı gibi önemli konular uzun tabii. Bir de sinema terimleri ve kavramları var 4'er 5'er satırlık açıklamalı… Hepsini İngilizce - Fransızca karşılıklarıyla birlikte veriyorum...

Tabii bunun için iyi bir düzeltmen gerekiyordu. Bir öğrencim var Yeditepe Üniversitesi'nde felsefe okuyor, Fransızca- İngilizce biliyor. O, haftada bir gelip baştan sona taradı yabancı sözcükleri, epeyi de yazım hatası yakaladı. Tabii hepsine bir daha yeni baştan bakmak gerekecek. Şimdilik yaptıklarım bunlar."

Peki, yeni çeviri yok mu?

"Yok, çünkü çevireceğim bir şey yok. Şunu söylemek istiyorum; biliyorsun beni, Erdal Öz çevirmen yaptı. Daha doğrusu, yoğun bir biçimde çeviri yapmaya yönlendirdi. Erdal'a İtalyan edebiyatından birçok kitap çevirdim. Sonra Oğlak Yayınları için 'Decameron'u... Acaba 'İlahi Komedya'yı da çevirebilir miyim, diye düşündüm, çok zor gibi görünüyordu. Baktım o da oluyor, onu da yaptım. Machiavelli'nin 'Prens'inin - Hükümdar diye de çevrildi Türkçe'ye - tesadüfen Türkçe çevirileri geçti elime, pek içime sinmediler, 'Prens'i çevirdim. Hatta başına da öbür çevirilerdeki vahim, fahiş hataları vurgulayan bir 'önsöz' yazdım. Sonra da 'Komünist Manifesto'yu çevirdim. Şimdi çeviri yaparım, ama 'Decameron', 'İlahi Komedya', 'Prens', 'Komünist Manifesto' ağırlığında bir yapıt bulursam. Ancak, pek de görünürde yok. Fransızca'dan da çevirebilirim, ama öyle bir şey de ufukta görmüyorum. Öneren de yok zaten. 'Çeviri yapar mısınız?' diye soran oluyor, ama 'şunu çevirir misiniz?' diyen yok. Benim de aklıma gelmiyor. Sanıyorum çevirmenliğim noktalandı benim 'Komünist Manifesto' ile. Ama, efsane bir çeviri oldu 'Komünist Manifesto'. "Geçenlerde, bir çocuk okumuş, internetten bana yazdı, 'ne kadar güzel başlıyor' diyor. Çünkü, orada 'Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor' deniliyordu, ben onu 'umacı' yaptım. Bir e-mail göndermiş bana; 'Ne kadar güzel başlamışsınız' diyor. İşte bu, bana kâfi. Bir editör de kitap fuarında şunu dedi: 'Birçok manifesto çevirisi var, hepsi iyi, ama sizinki en edebi olanı.' Eh işte…"

Bu noktada, iyi çeviri üzerine konuşabiliriz. İyi çeviri nasıl olur, metne en sadık olan mı, metni en iyi yorumlayan mı iyi çevirmendir?

"İtalyanca meşhur bir söz vardır 'çevirmen haindir' diye, 'traduttore traditore' derler… Haindir. Vazgeçilmez, önlenemez hıyanet, ama bu hıyanetin kabul edilebilir bir ölçüde olması lâzım. Ben, çeviri yaparken şunu benimsedim hep; eğer yazar bu kitabı Türkçe yazsaydı nasıl yazardı? sorusunun yanıtını aradım. Öyle olunca ufkunuz genişliyor. Aksi halde özgün dildeki ve'leri, noktaları, virgülleri olduğu gibi aktarmaya çalışırsanız, bence o, bir noter çevirisi oluyor.

Oysa eğer Türkçe yazsaydı nasıl yazardı?dan yola çıkarsanız o zaman bir rahatlama hissediyorsunuz ve bence de iyi çeviriler öyle çevirilerdir. Örneğin ben, 'İki Efendinin Uşağı'nda Arlecchino'ya 'Allah uzun ömürler versin efendim' dedirttim. İtalyanca'da 'Allah uzun ömürler versin' diye bir şey yok, ama buna yakın bir deyim var, 'Saygılar sunarım' diye çevrilebilecek bir şey. 'At binenin kılıç kuşananın iki efendi akıllı uşağın' dedim, 'At binenin kılıç kuşananın' da yok İtalyanca'da, ama oradaki Goldoni'nin dediğini, o Türk olsaydı mutlaka böyle söylerdi diye çevirdim. Dolayısıyla bence başarılı bir çeviri, çevirdiğiniz yazarın Türkçe yazması halinde nasıl yazardı sorusuna karşılık verendir.

'Decameron'da önsöz'ün sonuna şuna benzer bir şey yazmıştım: 'İster istemez ihanet ettim, ama ihanetimin Boccaccio'nun hoşgörüsünün sınırlarını aşacağını sanmıyorum.' O kadar aşırı bir serbestlik değil… Bana gelip giden genç çevirmenlere ya da edebiyatçı arkadaşlara da böyle yapın diyorum, hepsi uyanıyor 'Aa doğru diyorlar.' Aksi halde çeviri kokuyor denir ya, öyle olur, çeviri kokar. Sen her şeyi yabancı dildeki gibi, o dildeki dilbilgisi kurallarıyla Türkçe'ye getirirsen öyle olur."

Buradan anlaşılıyor ki Rekin Teksoy gibi Türkçe'yi de çok iyi bilmek gerekiyor...

"Çevirmenin, yabancı dilden çok Türkçe'yi çok iyi bilmesi ve kullanması gerekir. Ben, yabancı dili çok iyi bilmediği halde İngilizce'den çeviri yapan bir edebiyatçımızı tanıyorum. Neden? Çünkü, Türkçe'yi çok iyi biliyor. Çünkü, Türkçe roman, öykü yazıyor. İngilizce'si çok parlak değil, ama çevirdiğinde çok güzel oluyor."

Rekin Teksoy, müthiş bir sinemasever... Zaten ansiklopedisinden de belli. Film eleştirilerini yıllarca keyifle, çok şey öğrenerek okudum. Biraz da sinema hayatının nasıl başladığından söz edebiliriz sohbetin burasında...

"Sinema hayatım yok benim, sinemaseverlik hayatım var. Hukuku bitirip baroya yazıldıktan sonra tesadüfün tesadüfü bir bursla İtalya'ya gittim. Yanında staj yaptığım avukat, babamın dostu, Şemsettin Talip Diler Bey - çok şey borçluyumdur ona - Arnavut kökenliydi, çok iyi İtalyanca bilirdi ve İtalyan sefaretinin avukatıydı… O'nun aracılığı ve önermesi ile bursla İtalya'ya gittim. Bursla gittim dediğim, aslında burssuz gittim de sonra orada verdiler. Neyse onlar ayrı hikâyeler. Orada şunu gördüm: Sinema, bizim tek yöneldiğimiz etkinlikti lise ve üniversite çağlarımda. Çok önemliydi hayatımızda. Ama biz, ticari sinemayı biliyorduk. Oraya gittiğimde gördüm ki başka bir sinema var, Yeni Gerçekçilik, Yeni Dalga yok daha ortada, ama o İtalyan filmleri… O yıllarda aldığım sinema kitabı durur hâlâ... Yahu sinema kitabı diye bir şey varmış, ben Türkiye'de görmemiştim, bilmiyorum. Ve orada, sinemanın ciddiyetini kavradım, filmler görmeye başladım, bir seminere gittim. Yani ciddi sinema sevgim orada pekişti.

Türkiye'ye döndükten sonra avukatlığı sürdürürken, Sinematek'te yönetim kurulu üyeliği yaptım. Şakir Bey (Eczacıbaşı), Onat (Kutlar), ben, dapdaracık bir odada her hafta toplanır, konuşurduk. Şakir Bey sigaranın birini söndürür, öbürünü yakar, Onat da öyle. Yıllar sonra astım olduğumda 'Sen sigara içtin mi? dediler, 'Yoo' dedim, sonra hatırladım ki ben her hafta hep sigara içilen bir odadaydım, penceresi de yoktu, kontrplaktan yapılmış bir yerdi. Sinema sevgim böyle...

Eleştiriye gelince, düzenli sinema eleştirileri yazanlar vardır, ben onu yapamadım, yapmadım. Hem içimden gelmedi, hem de avukatlık yapıyordum, para kazanmak zorundaydım. Gerçi, avukatlıktan da para kazanamıyordum ya, kimse beni tanımıyordu. Geçinmek, medâr-ı maişet motorunu da yürütmek lâzımdı.

Sonra, çağırdılar İletişim Fakültesi'nde sinema dersi vermeye başladım. O, müthiş bir ivme yaptı bende. Genç çocuklar geliyorlar, 15-20 kişi, sinema konuşuyorsun, sinema anlatmaya çalışıyorsun… Sinema tarihi bilmiyorlar, öğrenmek istiyorlar. Üstelik benim dersim zorunlu değildi, gönüllü geliyorlardı. 21 yıl orada ders verdim ve sinemaya aç çocukların mevcut olduklarını, ama erişecekleri, ulaşacakları yazılı sinema kaynaklarının olmadığını gördüm.

Sinema tarihini de o yüzden yazdım.

Neden 'Rekin Teksoy'un Sinema Tarihi' dedim, benim dünyagörüşüme göre yazdım, senin iyi dediğin bir filmi almadım, sizin çok sevdiğiniz bir filmi sevmediğimi vurguladım, hatta kitabın sonunda, Harry Potter'larla ilgili müthiş bir eleştirim var. En sonunda da Pasolini'nin Marilyn Monroe'nun ölümü üzerine yazdığı bir ağıt vardır onu koydum yani şiirle biten bir sinema kitabı bu…"

Pasolini, biraz da acıyarak, Marilyn Monroe için "Şimdi sen/ hiçbir değeri olmayan, gülümseyen çaresiz kız, ilk sensin, dünyanın kapılarının ötesinde/ ölüm yazgısına terk edilen" demişti...

"Ben, onu daha önce çevirmiştim 'Gramsci'nin Külleri'nde. O şiir, Hollywood kapitalist sisteminin bir kızı alıp nasıl yüceltip sonra intihara sürüklediğini anlatır. 'Bu kitabın sonuna da ancak bu yakışır' dedim, onu koydum."

Ve Türkçe'de benzeri olmayan o dev sinema tarihini yazdınız, şimdi bir sinema sözlüğü hazırlıyorsunuz.

"Bence sinemayı seven, - ama ticari sinemanın dışında var olan sinemayı, ki asıl sinema odur - tanımayan, tanımak isteyenlere yönelik bir kitaptır o. Zannediyorum sinemaya borcumu böyle ödedim."

Teşekkür ederiz Rekin Teksoy.

Türkçe'nin gücü konusunda hemfikiriz

Türkçemizi sizin gibi çok seviyorum. Yalnızca okuduğunuzda değil, dinlediğinizde de son derece güzel bir dil...

"Şimdi, 'İlahi Komedya'yı çevirdiğimde kitap çıktıktan sonra Ravenna'ya davet ettiler. Ravenna'da, Dante'nin gömülü olduğu kilisede ölüm tarihinde her yıl tören yapıyorlar. Bir ay sürüyor. O törene de çevirmenleri çağırıyorlar tüm dünyadan. Ve çevirdiği dilde bir kantoyu da okumasını istiyorlar. Bana, 'Araf'tan bir kanto seçin' dediler. Ben de kendime göre Türkçe bir kanto seçtim, 'Bunu okurum' dedim. Ravenna'ya gittik. Bir hafta önce Rus bir çevirmen gelmiş, Rusça okumuş gitmiş. İkinci hafta Türkçe çeviri var, üçüncü hafta da Portekizce idi galiba. Çünkü biz, orada 3 gün kalıp döndük, diğer çevirmenleri görmedik.

Ravenna'daki kilise tıklım tıklım doluydu. Konuşmacı olarak Roma Üniversitesi'nin Türkoloji Bölümü'nden profesör Anna Masala, Vitterio Sermonti diye Dante uzmanı bir İtalyan ve ben vardım… Sermonti, bana dedi ki 'Sen Türkçe okurken sıkılabilirler, olabilir, dışarı çıkan olursa gocunma.' 'Peki, gocunmam' dedim. 'Çok çıkan olursa kes, nasıl olsa anlamazlar' diye devam etti. Herkese kitapçıklar dağıtmışlar, Türkçe ve İtalyanca yan yana yer alıyor ne okunacaksa.

Toplantı başladı, konuşmalar yapıldı. Anna Masala, Türkiye'deki İtalyan ve Türk edebiyatı ile ilgili bir konuşma yaptı. Tam da Öcalan nedeniyle Türkiye ile İtalya'nın münasebetlerinin biraz gergin olduğu bir döneme rastlıyordu o tarih. Ben, konuşmamın başında şunu söyledim: 'Milletler ve halklar arasındaki ilişkiyi diplomatlar kurmaz, sanatçılar, okur-yazarlar kurarlar. İtalyan edebiyatı bizim ülkemizde de sevilir, saygı görür. Ben size İstanbul'dan, Boğaz kıyılarından selâmlar getirdim. Sizlerin yüzlerinden de okuyorum, bana, buradan selâm götür diyorsunuz' dedim. Alkış koptu. Sıra okumalara gelince İtalyan kalktı, kendi temposuyla kantoyu okudu. Sıra bana geldi, Türkçe okuyorum. Ya Faruk, çıt çıkmadı 15 dakika. Dinlediler. Bitti, alkış… Bana değil, Türkçe'ye... Ben bir Müşfik Kenter değilim, sıradan bir okuyucuyum, belki o gün özenmişimdir, ama o kadar... 

Asıl güzelini, ertesi sabah otelde, odadan çıktım, kahvaltıya ineceğim, asansöre doğru yürürken yaşadım. Karşıdan bir kat görevlisi geliyor, 'Buon giorno" dedik biribirimize. Ben asansörü çağırdım, adam, 'sizi dün gece dinledim' dedi. 'Televizyondan mı?' diye sordum 'yok, kiliseye geldim' diye yanıtladı. Sonra aklıma geldi sordum: 'İtalyanca konuşurken iyi de ben Türkçe kantoyu okurken sıkılmadınız mı?' 'Ne diyorsunuz' dedi, 'ben, bir ırmak kenarında su sesi dinler gibi dinledim sizi.' Bu bir kat görevlisi, büyük ihtimalle çok tahsilli olmayan bir adam. Benzetmeye bak: 'Bir ırmak kenarında su sesi dinler gibi dinledim sizi...' Beni değil, o, Türkçe'yi dinledi. Biz Yunus Emre'den, Karacaoğlan'dan, Nâzım Hikmet'ten buraya kadar üretile üretile, güzelleştirilerek gelen dilimizin değerini bilmiyoruz, öğretmiyoruz da yeni kuşaklara. Gramer öğretmiyoruz, dil bilgisi öğretmiyoruz, yazarlarımızı okuyun demiyoruz."

Nâzım'ı ikinci dilden çevirmek...

Rekin Teksoy'un çeviri konusunda hep anlattığı bir Nâzım Hikmet örneği vardır...

"Evet. Nâzım Hikmet'i İtalyanca'ya çeviren hanım, Türkçe bilmiyor. Türkiye'ye de geldi 7-8 sene önce, hatta Nâzım Hikmet Vakfı bir gece yaptı, ben de tanıdım. Zaten kitapları vardı bende. Dedi ki 'biz, Nâzım Hikmet ile bir gençlik toplantısında tanıştık, Fransızca konuştuk.' 'Peki, çeviriyi nasıl yaptınız?' diye sordum, 'Ben Fransızca'dan okudum, çevirdim. Nâzım Hikmet de yanımdaydı, kabul etti' dedi. Ve itiraf edeyim o kadar güzel bir çeviri ki. Joyce Lussu hanımın adı. Yani o, Türkçe de bilmeden çeviri yapmış. Gayet de güzel. 'Ben okurdum İtalyanca, Nâzım onaylardı' dedi. 'Nasıl yani?' 'Bilmiyorum onaylardı' dedi. Çevirinin sesinden belki de. Ben de karşılığına bakınca, evet, çok güzel çeviri diyorum."

Demek ki, Nâzım Hikmet'in Fransızca çevirisinden yararlanılarak İtalyanca'ya yapılan bir çeviri bile başarılı olabiliyor dile hâkim olunca.

"Bu arada, benim değinmek istediğim başka bir konu daha var. Biz, Türkçe'nin değerini bilmiyoruz. Dilimizi küçümsüyoruz, önemsemiyoruz. Dünyanın en güzel dillerinden biri bence… Bir sözcüğün sonuna ekler yaparak türetmek ne kadar güzel bir şey. Antalya'daki torunum, 10 yaşında, geçen ay geldi. Bir şey arıyor, eskiden keseler vardı, bozuk paralar koyardık, ona benzer bir şey getirdi, 'nedir bu?' diye sordum, 'paralık dede' dedi. Bozuk paralarını koymuş. Daha on yaşında. 'Paralık diyoruz buna' dedi."