Doğu Akdeniz’de petrol-gaz arama

SERBEST KÜRSÜ / Yılmaz ÖZ

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Son yayınlanmış 2013 yılı net ithalat rakamları Türkiye’nin ham petrol ithalatında Dünya 13'üncüsü, doğalgaz ithalatında ise dünya beşincisi olduğunu gösteriyor. 

2013 yılında, Türkiye’de günlük yaklaşık 48 bin varil ham petrol üretimi yapılmış; buna karşılık günlük 650 bin varil ham petrol tüketilmiştir. Diğer bir ifadeyle, 2013 yılında yerli ham petrol üretiminin tüketime oranı %7.3, ithalata bağımlılık oranı ise %92.7 dir. Doğalgaz tüketiminde de dışa bağımlılık oranı %98.5’i bulmaktadır. Son 5 yılda enerji ithalatına yaklaşık 265 milyar ABD Doları ödenmiş olduğu ve mevcut koşullarda önümüzdeki 10 yıl içerisindeki Türkiye’nin petrol ve doğal gaz ithalatı için yaklaşık 540 milyar ABD Doları gibi yüksek bir bedel ödenmesi gerekeceği ifade edilmektedir.

6326 sayılı ilk Petrol Kanunu'nun 1954 yılında yayınından günümüze kadar, Türkiye’de petrol arama ve üretimi büyük bir düş kırıklığına işaret eder. Yıllar boyu hampetrol tüketimimizdeki büyük artışlara karşın, gerek karada ve gerekse denizlerimizde aramalar aynı ölçüde artmamış ve üretim de giderek marjinalleşmiştir. Bir ilk olarak Ekim 1966’da Türk karasuları içinde, Mersin açıklarında gerçekleştirilen deniz-üstü arama sondajının hemen ardından, bu sulara bitişik Kıt’a Sahanlığı üzerinde Türkiye’nin Uluslararası Deniz Hukuku'ndan kaynaklanan münhasır arama ve işletme haklarını tüm dünyaya ilan eden 11.11.1966 tarih ve 6/7284 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi'nden bugüne denizlerimizde açılan kuyularımızın sayısı iki elin on parmağını geçmemektedir. Oysa bugün özelikle Dünya denizlerinde, petrol ve doğalgaz keşifleri gittikçe artmaktadır. 

Dünya’nın 6 ekim 2008 günlü nüshasında yayınlanan bir makalemizde, ocak 2007’de yasalaştırılmasına rağmen, cumhurbaşkanı'nca vetolanması ve onu takiben cumhurbaşkanlığı seçiminin araya girmesi üzerine kadük düşen 5574 sayılı Türk Petrol Kanunu ile ilgili olarak “AK Parti kendi eserine sahip çıkacak mı?” sorusunu sormuştuk. İşte bunun üzerinden beş yıl geçtikten sonra 11 Haziran 2013 günkü Resmi Gazete'de yayımlanan 6491 sayılı Kanun'la bu nihayet gerçekleşti. Ne var ki, 6491 sayılı Kanun'un getirdiği değişikliklerle önceki 5574’e kıyasla çok daha kısır tecelli etti. Bu hususlar göz önüne alındığında, halen yürürlükte olan 6491 sayılı yeni Petrol Yasası'nın bu kritik durum karşısında, ülkemizde petrol aramalarına ve üretimine ivme kazandırmada yeterli olup olmayacağını zaman gösterecektir. 

Deniz yataklarındaki doğal kaynaklara ve özelikle petrol ve gaz aramalarına uygulanacak hukuki rejimin, uluslararası bir platformda Birleşmiş Milletler tarafından 1958 yılında Cenevre’de ilk kez ele alındığı ve karasuları sınırlarının saptanması dışında, Kıt’a Sahanlığı'na ilişkin olan dahil, çeşitli konvansiyonlarla sonuçlanan Birinci Deniz Hukuku Konferansı'ndan günümüze dek, üzerinde anlaşmaya varılamayan hususlar ya da ortaya çıkan yeni durum ve kavramlarla ilgili olarak, sırası ile, 1960 ve 1973 yıllarında ikinci ve üçüncü kez yinelenen konferanslarda bir sonuca varılamamış, ancak konu üzerindeki çabalara devam edilmiş ve nihayet 1994 yılında başarıya ulaşılmıştır. Halen Kıt’a Sahanlığı doğal kaynaklarına ilişkin olarak Teamüli Uluslararası Hukuk'un genel kabul görmüş bir ögesi sayılan 1994 tarihli NewYork Konvansiyonu bir önceki 1958 tarihli Cenevre Konvansiyonu'nun yerine geçmiştir. Aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 6 ülke dışında, katılan 166 ülkenin 160'ı tarafından imza ve tasdik edilmiş olan bu son Konvansiyon, 1958’den beri uygulanmakta olan ve karasuları-dışı bölgelerde -Konvansiyonu imzalamış olsun ya da olmasın- sahildar devletlerin münhasır arama ve işletme haklarını bir kez daha vurgulamaktadır. Dolayıs ile Türkiye’nin de 1966’dan bu yana denizlerde petrol ve doğalgaz aranmasına ve işletilmesine ilişkin olarak çeşitli vesilelerle çıkarmış olduğu Bakanlar Kurulu kararnamelerinin Uluslararası Hukuka uygunluğu teyid edilmiş olmaktadır 
 Türkiye denizlerinde petrol aramalarının tarihçesine bakıldığında : 

- 1958 Cenevre Deniz Hukuku Konferansı'na yalnızca gözlemci olarak katıldığımızı ve sonuçta ortaya çıkan Konvansiyonları imzalamamış olmakla beraber, katılan devletlerin 2/3 ünün onları tasdik etmeleriyle, Uluslararası Hukuk kuralı haline gelen Kıt’a Sahanlığı Konvansiyonu'ndan kaynaklanan hakkını, Türkiye'nin 1966 yılında bir Bakanlar Kurulu Kararnamesiyle tüm dünyaya ilan etmiş olduğumuzu; 

- Türk denizlerinde ilk deniz sismik etüdünün 1958 Haziran'ında İskenderun Körfezi'nde yapıldığını ve bunu sonraki yıllarda (1961 ve 1966 Akdeniz'de Mersin açıklarında; 1970'li yıllarda da Marmara’da ve Ege’de -Foça açıklarında- daha sonra da Karadeniz'de) yapılan deniz sismik etüdlerinin izlediğini

- Türkiye’de ilk deniz-üstü petrol arama kuyusu sondajının ise Ekim 1966'da Mersin açıklarında yapılmış,
olduğunu hatırlamakta yarar vardır.

Bu tarihçe ışığında, özelikle, Doğu Akdeniz’de bugünkü durum ele alındığında şu hususlar öne çıkmaktadır :
1) Sahildar ülke statüsü nedeniyle, Doğu Akdeniz'in doğal kaynakları üzerinde Türkiye’nin de Uluslararası Hukuk'tan kaynaklanan yadsınamaz hakları vardır ve bu kaynakların münhasıran Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'ne ya da yöredeki diğer bazı devletlere ait olduğu iddiaları hukuki dayanaktan yoksundur. 

2) Doğu Akdeniz'in doğal kaynaklarının, Türkiye dahil, sahildar devletler arasında nasıl paylaşılacağı barışçıl bir biçimde çözümlenemediği takdirde, tıpkı Kuzey Denizi ya da Libya-Malta anlaşmazlıklarında olduğu gibi, konu Uluslararası Adalet Divanı'na götürülebilir. 

(3) Türk Hükümeti'nin, Doğu Akdeniz'deki doğal kaynakların paylaşımı bağlamında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin statüsünü ve haklarını desteklemesi elbette çok yerindedir. Ancak bununla yetinilmeyip, Türkiye’nin, Doğu Akdeniz'in bu kesiminde kendi yaşamsal çıkarlarını da bir an önce ileri sürerek bunları güçlü biçimde savunmasının ve izlemesinin daha isabetli olacağı kanısındayız.