Eğitimde özgürlük ve yaratıcılık

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Kemal İNAN / Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi

Bugün anladığımız biçimi ile çağdaş eğitim, ana okulundan başlamak üzere meslek sahibi olma aşamasına uzanan bir süreci içermektedir.  Bu süreç toplumsal gelişmenin gitgide daha da belirleyici bir öğesi olarak görülmektedir. Bu yazımda şu tezi savunacağım: eğitim sürecini birbirinden farklı,  hatta birbirinin zıttı sayılabilecek iki ayrı model içinde açıkladıktan sonra bu modellerden kollektivist-ideolojik olarak adlandırdığım ve 19.  ve  20. yüzyıl koşullarında pratik geçerliliğini  korumuş olan model 21. yüzyılda, en azından gelişmiş ülkelerde, bireyci-yaratıcı olarak adlandırdığım diğer modele dönüşmektedir. Kanımca bu dönüşümün önem ve nedenlerini kavrayan toplumlar geleceğin müreffeh ve güçlü örneklerini oluşturacak, diğerleri ise içeriğini yitirmiş ideolojik kalıplara takılarak - daha moda terimle ideolojik ezberlerini bozamayarak - zaman, güç ve refah kaybına neden olan politikaların esiri olma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır.

Genelde eğitimin iki önemli ve farklı boyutu vardır. Bu boyutlardan ilki bireysel gelişmeye ilişkindir. Bu boyut bireyin özgür bir ortamda kişiliğini geliştirmesine, bireysel yaratıcılıkla toplumsal iletişim ve uyumu bağdaştırarak mesleğini seçip yaşamını kurmasına katkıda bulunan boyuttur. Aslında ideal olarak istenen de bu boyuttur.  Bu boyutu, liberal sözcüğünün ekonomik çağrışımlarını bir yana koyup özgürlük tarafına ağırlık veren liberal eğitim olarak adlandırabiliriz. Yukardaki tanım bağlamında liberal eğitim bireyci-yaratıcı modelin ardında yatan anlayışı içermektedir. İkinci boyut ise eğitilmiş olan bireyler ile üretken, başarılı , güçlü ve müreffeh bir toplum arasındaki ilişkide yatmaktadır. Eğer liberal eğitim ilkelerini, sefalet içinde savaştan yenik ve bitik dönen Rus askerlerine veya köylülerine ya da dünya eknomik krizi ile birinci savaşın ağır tazminat yükümlülüğü içinde ezilen 1930'ların Alman işçi sınıfına anlatmak isteseydeniz hüsrana uğrardınız. Yirminci yüzyılın ilk yarısında, Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması ile ikinci dünya savaşının bittiği süre içinde liberal olarak adlandıracağımız ilkeler varlıklı burjuva sınıfının bir aldatmacası olarak geçerliliğini ve prestijini - kısa bir dönem dışında - yitirmişti. Bu vesile ile şu genel önermeyi yapmak yerinde olur: Toplumların savaş koşullarında veya varılmış olan ekonomik düzeyin yaygın bir yoksulluğu içerdiği durumlarda kolektif dayanışma ve bu dayanışmayı besleyen ideolojik kalıpların bireysel yaratıcılık ve özgürlük ideallerinin önüne geçmesi anlaşılır hatta gerekli olarak görülebilecek bir durumdur. Buna bir de üretim ve savaş sorunlarının gerektirdiği katı disiplini eklerseniz 20. yüzyılın, en azından ilk yarısında, özgürlükçü politikaların neden etkisiz duruma düştüğünü anlayabilirsiniz. Sorun yoksulluk çıtası aşıldığı halde söz konusu ideolojik kalıpların çoğu kez kasıtlı veya kasıtsız olarak üretilmiş yapay bunalımlarla kendini sürekli olarak ürettiği durumlardadır.

Liberal veya bireyci-yaratıcı olarak adlandırdığımız eğitim modelinin genelde kolektivist-ideolojik model karşısında bir zenginler kulübü fantezisini aşamadığı ve yenik düştüğü 19. ve 20. yüzyılın bir olgusudur. Üstelik kollektivist-ideolojik eğitim modeli hem ideolojik sağda (etnik veya dinsel milliyetçi toplumlarda),  hem ideolojik solda

(Marksist - sosyalist toplumlarda) hem de sağ veya sol oldukları sürekli münakaşa konusu olan ve kendini anti-emperyalist olarak tanımlayan üçüncü dünya toplumlarında belirleyici olmuştur. Liberal modelin çok sınırlı bir biçimde başarılı olduğu toplumlar başta anglo-sakson geleneğine sahip olanlar olmak üzere görece daha zengin ve ekonomisi gelişkin liberal kapitalist toplumlardır. Öte yandan bu toplumlarda da etnik milliyetçilik (Almanya, Japonya), ırkçılık (Almanya, Japonya, ABD, Fransa, İngiltere) ve sömürgeci üstünlük taslama (Fransa, İngiltere) gibi özelliklerin de sinsi bir biçimde eğitim içeriklerine ideolojik kalıplar halinde sızdıklarını görüyoruz.

Salt etik açısından bakıldığında bireyci-yaratıcı eğitim modelinin - toplumsal sorumluluk , insan hakları gibi konular yeterince işlendiği sürece - kolektivist-ideolojik modele olan üstünlüğü rahatlıkla savunulabilir. Ama bu bakış açısının yeterli olmadığı ve eksik olduğu görüşündeyim. Zaten aşağıda da açıkladığım gibi 19. ve 20. yüzyıldaki gözlemlerimiz de pratikte bu yetersizliği kanıtlamaktadır.

Bir toplumun refahını ve bu refahı sürekli kılan gücünü ekonomik üretkenlik ve toplumsal dayanışma kavramları üzerinden inceleyebiliriz. Eğer bu gücün dış dünya ile olan avantaj veya kırılganlıklarını da hesaba katarsak güvenlik sorunu da işin içine önemli bir parametre olarak girmektedir. Bu açıdan bakıldığında eğitimin toplumsal hedefi toplumsal dayanışma değerlerini içeren, ülkenin üretim ve güvenliğinden sorumlu özel veya kamu kurumlarında çalışacak insan gücünü yetiştirmektir. Dikkat edilirse bu toplumsal kıstas eğitilen bireyin mutluluğu veya özgürlüğü veya yaratıcılığı gibi değerlerle otomatik bir ilişki içinde değildir. Eğitimin içeriği ve biçimi toplumsal dayanışma, üretim, güvenlik gibi kavramlardan ne anladığımıza bağlı olarak değişmekte ve tarih içinde farklı anlamlar almaktadır. 19. yüzyılın sonundan itibaren İkinci Dünya Savaşı'nın sonuna ve ondan sonra da sıcak savaşın soğuk savaşa dönüştüğü kapitalizm-sosyalizm ikilemi içinde kutuplaşan ortam kolektivist-ideolojik eğitim modelinin cazibesini sürekli kılmıştır.

Daha açık bir deyişle özellikle 20. yüzyılda Fordism olarak adlandırılan kitle üretim yöntemleri çok sayıda köylüyü topraktan kopararak, onlara kolektif çalışmanın gerektirdiği disiplin ve uyumu aşılamıştır. Bunu yaparken üretimin ve güvenliğin gerektirdiği toplumsal dayanışmayı ortak semboller altında işleyen, yani bir açıdan bireyin düşünmesini ve inisiyatif kullanmasını arka plana atarak onu yönetilebilir kolektifin uyumlu bir elemanı haline getiren  kollektivist-ideolojik bir eğitim modelini kullanmıştır. Güvenlik açısından söz konusu model hakim ideolojinin dikte ettiği toplumsal çıkarlar uğruna bireylerin en değerli varlıklarını, yani hayatlarını, seve seve feda etmelerini isteyebilmekte ve bu istekler ilkokuldan itibaren aşılanan etnik veya dinsel milliyetçi, sosyalist-komünist veya üçüncü dünya antiemperyalist-milliyetçiliği gibi soyutlamalara bağlı semboller ile sağlanmaktadır. Bayrak, marşlar veya aynı amaca yönelik ritüeller; ulusalcı, milliyetçi, dinsel, sosyalist veya benzeri edebiyat, sanat yapıtları ve mitlerle örülmüş bir eğitim söz konusu sembollerin eğitimde aldığı somut biçimlerdir. Böyle bir eğitimden geçmiş bireyler üretim ve askerlik yaşamından kaynaklanan kısıtların gerektirdiği disiplin ve yönlendirilmeyi doğal bir gerçek olarak algılar ve bu bağlamda toplumsal uyum ve dayanışma da sağlanmış olur.  Sisteme muhalif olanlar da aynı eğitim sisteminin kavramları içinde yoğrulduğu için alternatif bir seçeneği hayal edemeyecek bir düşünce ve yaratıcılık yoksunluğu içinde bocalamakta ve bir otoriteden benzer bir diğerine 'safları sıklaştıralım zaman dayanışma zamanıdır' sloganlarıyla aynı futbol taraftarları gibi kolektifler halinde savrulmaktadır. Özetlersem ekonomide özellikle imalat sektörünün gerektirdiği üretim disiplini ile güvenliğin gerektirdiği koşulsuz ve sınırsız sadakat kısıtlarına göre biçimlenmiş kollektivist-ideolojik eğitim, toplumun sanayi işçisi ve asker insan gücünü karşılamaktadır.  Bunun karşıtı olan bireyci-yaratıcı eğitim modeli olsa olsa toplumun tepesindeki varlıklı yönetici seçkinlerin eğitiminde rol oynamış ve bu nedenle genel geçerliliği düşük kalmıştır. Bu ikilem 1990'lı yıllarda soğuk savaşın bitmesi ve yeni teknolojilerin hızlandırdığı küreselleşme dinamiği ile en azından sorgulanır hale gelmiş ve dönüşüm süreci başlamıştır.

20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçerken ne değişmiş veya değişmektedir? Çok kısaca özetlemek gerekirse teknolojinin daha da açık bir biçimde elektronik teknolojisine dayalı olan bilişim teknolojilerinin sağladığı olanaklar 20. yüzyılın ilk yarısını belirleyen ve kitle üretimini olanaklı kılan mekanik otomasyonu aşama aşama zihinsel otomasyona doğru taşımaktadır.  Bu olgu, ekonomiyi kökünden etkileyen radikal bir gelişmedir. Sonuç: Aynı geçen asrın sonundan itibaren tarım sektöründen imalat sektörüne, yani köylülükten sanayi işçiliğine geçiş gibi imalat sektöründen hizmetler sektörüne, yani mavi yakalı işçilikten görece daha eğitimli beyaz yakalı şehirliliğe geçiş belirgin bir biçimde gözlemlenmektedir. Ancak bu dönüşüm bir ulus sınırı içinde kalmamakta ve yeni bir küreselleşme dinamiği içinde sınır ötesine taşmaktadır.

Önce şu basit soruya basit bir yanıt verelim. Soru: radikal, yani mekanik boyutuna zihinsel yönün de eklendiği otomasyon teknolojileri özellikle imalat sektörüne (tarım ve hizmet sektörü de bunun içinde düşünülebilir) nasıl bir dönüşüm getirmektedir? Yanıt: Toplum için gereken mal ve hizmet üretimi toplam nüfusa oranla gitgide azalan nicelikte ve çoğalan nitelikte bir insan gücü gerektirmekte, bu olgu ise en azından geçiş aşamasında, çok ciddi ve yapısal bir işsizlik bunalımına yol açmaktadır. Şimdi bu basit gözlemi biraz açalım. Ulus devletler ikili bir ekonomik yapı ile karşı karşıya kalmaktadır. İmalat sektörü bu ikili yapı içinde: (i) bilgiye dayalı katma değeri yüksek, uluslararası ortaklıkları güçlü ve küreselleşme dinamiğinin olanaklarını kullanan; (ii) genellikle katma değerin üretim değil, tasarım aşamasında belirlendiği, ileri teknolojiye sahip ve bu açıdan katma değerin büyük bölümünü oluşturan gerçek üreticilerin oldukça yüksek eğitimli ve yaratıcılık boyutu yüksek mühendis/bilim adamı/sanatçı/yönetici elemanlardan oluşan; (iii) genellikle tasarım maliyeti birim üretim maliyetinin çok üstünde ve bu nedenle de çoğalan getiri (increasing returns) özelliğine sahip - paradigmatik örnek yazılım sanayi - ve dolayısıyla da küresel ölçekte mal veya hizmet üreten bir ileri teknoloji yaratıcısı veya kullanıcısı olan imalat sektörü ile; geleneksel, sıradan teknolojileri içeren ve katma değeri düşük ve istihdam kapasitesi küçülme eğilimi gösteren bir imalat sektörü. Gitgide büyüyen hizmetler sektörünün yerel boyutta olsa bile ne ölçüde iş alanı oluşturduğu ve zenginlik yarattığı yukarda sözünü ettiğim ileri teknolojileri üreten küresel sektör ile ilişkisine ve özellikle de yeni teknolojileri ve bu teknolojilerin doğurduğu yeni fikirleri kullanma becerilerine bağlıdır. Ekonominin bu ikili yapısı toplumlarda üretkenliğe bağlı gelir farklılıklarına yol açmaktadır. Bu gelir farklılıkları özellikle kapitalizmin daralma dönemlerinde toplumsal adaletsizliklere ve sıkıntılara yol açmaktadır.

Özellikle petrol ve benzeri doğal kaynaklara sahip ülkelerde ülke ekonomisinin tümünün bu tür rant ekonomisine dayalı sanayilerin belirlediği olağan bir durumdur. Bu durumda olan petrol üreten Arap ülkeleri, Venezuela , Meksika ve Rusya gibi ülkelerin, eğer havadan gelen doğal kaynak rant gelirlerini doğru kullanmazlarsa 21 yüzyılın bilgiye ve teknolojik gelişmeye dayalı ekonomiler oluşturmakta zorluk çekeceklerdir.

Uluslar bu ikili yapı içinde iki yanı uçurum olan bir bıçak sırtındadır: Eğer gelir farklıklıkları ağır vergiler ile düzlenirse üretken sektörü oluşturan yaratıcı ve yüksek nitelikli iş gücü ve/veya şirketler vergilerin daha düşük olduğu başka ülkelere kaymakta; öte yandan bu farklılıklara tümüyle göz yumulursa olası sosyal patlamalar sistemin varlığını tehlikeye sokmaktadır. Sağlıklı bir ekonomi yönetiminin sırrı gelir dağılımındaki farklılıkları belli bir sınır içinde tutarken özellikle yaratıcı ve yenilikçi  boyutları kullanan gerekli insan gücünü hızla eğitmektir. Söz konusu insan gücü gerek ülke içindeki küresel nitelikteki imalat ve hizmet sektörünü besleyen üst vasıflara sahip eğitimli bireylerden ve yine yeni teknolojilere ve bunun doğurduğu yenilikçi düşünceler açık yaratıcı yerel hizmet sektörü kentlilerinden oluşacaktır. Bunun yanısıra gelişmiş ülkelerin en üst düzeyde eğitimli  ve yaratıcı insan gücünü kendi ülkelerine çekmek için rekabet içinde olduğunu da unutmamak gerekir.

Ekonominin yanısıra ülkeler güvenliklerini düzenli, büyük ve gönüllü ordular ile değil üstün teknoloji üretme ve kullanma becerilerine sahip kurum ve insan gücü ile caydırıcılığı  olan ve gerekirse profesyonelce terörist veya gerilla savaşını da yürütebilen bir ordu ile sağlayabilir. Gelişmiş bir toplumda insan canını salt ideolojik sadakatlara dayalı olarak ucuza kapamak etik dışı olduğu gibi ve bugünün teknolojik olanakları içinde gerçekçi de değildir. Kısaca ulusal güvenlik sorununun çağdaş çözümü  küresel çapta bir ekonomik ve teknolojik gücün doğru biçimde örgütlenmesinde yatmaktadır. Bu da şimdiye kadar uygulanan koyu ideolojik eğitimin yerinin yaratıcı ve özgürleştirici bir model ile ikame edilmesini gerektirmektedir. Çok kültürlü bir ortamda gerekirse üstün nitelikli yabancıların da üretim içinde yer aldığı ve toplumsal dayanışmanın etnik, dinsel veya sol milliyetçiliklerin katı ideolojik yapıları yerine özgür, yaratıcı ve hoşgörülü özellikleri olduğu bir ortamda bireyci/ yaratıcı eğitim modelinin oynayacağı çağdaş rol uyanan 21. yüzyıl toplumlarının üretkenliğine ve güvenliğine de katkıda bulunacaktır.

Yukarda iskeletini belirlemeye çalıştığım dinamiğin çizgileri içinde sonuçları şu biçimde özetleyebiliriz: 20. yüzyılda ulusların toplumsal dayanışma, üretim ve güvenlik sorunlarının çözümü kollektivist-ideolojik bir eğitim modelini gerektirirken 21. yüzyıl için gerekli insan gücü, verili ideolojik kalıplara sadık kollektif gruplar yerine gerek yerel gerek küresel boyutta mal ve hizmet üretme yeteneğine sahip yaratıcı ve özgür bireylerden oluşmalıdır. Bu bireyleri oluşturan eğitim sistemi de bir zamanlar yalnızca varlıklı sınıfların tekelinde olan liberal bireyci-yaratıcı eğitim modelidir.