G-20 forumu küresel dengesizliğe çözüm getirebilir mi?

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Orhan AKIŞIK

Yaşanan ekonomik krizin öncekilerden en önemli farkı belki de, birçok ülkenin bir an

önce giderilmesi konusunda ortak bir tavır alması. Zira, ABD'den kaynaklanıp bütün dünyayı bir anda etkisi altına alan krizden etkilenmeyen hemen hemen hiç bir ülke yok gibi. Çözüm

arayışları, geçen yılın kasım ayında Washington'da yapılan toplantıdan beri G-20 Dünya

Ekonomik Forumu'nun ana gündemini oluşturuyor. Eylül ayının son haftasında ABD'nin

Pittsburg kentinde yapılan son toplantı da bu açıdan, öncekilerin bir tekrarı şeklinde geçti.

Bundan önceki Washington ve Londra toplantılarında olduğu gibi, liderler bir defa daha küresel ekonomiyi canlandırma, finansal sektörü iyileştirme konusunda kararlılıklarını dile getirdiler.

Aslında, hiç bir bağlayıcılığı ve yaptırımı olmayan bu kararların uygulanabilirliği, tamamiyle üye ülkelerin inisiyatifine kalmakla birlikte, bu defa IMF'e, ülkelerin mutabık kalınan konularla uyumlu politika izleyip izlemediklerini kontrol etme görevi de verildi. Toplantı öncesi ve sonrasında yapılan açıklamalara bakılırsa uygulanma şansı yüksek görülüyor. Liderlerin aralarında Çin, Hindistan ve Brezilya gibi hızla gelişen ekonomilerin de yer aldığı G-20'yi uluslararası ekonomik işbirliğinin önde gelen forumu olarak nitelendirmesi ve başta gelen görevinin global dengesizliklerle savaşmak olduğunu vurgulaması bu bakımdan anlamlı.

Özellikle, Başkan Obama'nın G-20'nin bundan böyle G-7 Forumu'nun yerini alacağına ilişkin resmi açıklaması, ekonomileri derinden etkileyen finansal krizin ve sonrasında ortaya çıkan uzun süreli durgunluğun, dünya ekonomisinde ağırlıkları giderek artan gelişen piyasaların, özellikle de hızlı büyüme trendini sürdüren Çin'in katkısı olmadan giderilemeyeceğinin kabulünden başka bir şey değil. Çin'e gelince… Kriz sürecinde sergilediği tutuma bakılırsa, bu sorumluluğu almaya çoktan hazır görünüyor. Bu yılın başlarında, Çin Merkez Bankası başkan yardımcısı krizi sona erdirmek için ülkesinin IMF'e 100 milyar dolar tutarında bir kaynak aktarımı yapmaya hazır olduğunu açıkladı. Bunun karşılığında ise, ABD'nin de desteğini alarak kendisinin de arasında yer aldığı gelişen ekonomilerin IMF'de ki kotalarının artırılmasını talep ediyor. Farklı deyişle, amacı IMF'in yönetiminde daha fazla söz sahibi olmak. Haksız da sayılmaz. Zira, hâlâ krizle boğuşan AB ülkelerinin yaklaşık % 32 buna karşılık Çin'in % 3.7 oy hakkına sahip olması doğru olabilir mi? Kaldı ki, AB ülkelerinin bu talebe direnecek güçleri de yok.

Satırbaşlarıyla ifade edersek; finansal kuruluşların sermaye yükümlülüklerinin artırılması, üst düzey yöneticilerin ikramiyelerinin uzun dönemli performanslara bağlanması, global

dengesizliğin giderilmesinde ülkelerin koordineli bir işbirliği içinde bulunmaları liderlerin üzerinde görüş birliğine vardığı konular arasında yer alıyor. Bunlar arasında öncelikli olanı ise, hiç şüphesiz ekonomik krizi de tetikleyen global dengesizlik. Bir başka ifadeyle, bir yanda yıllardır cari işlemler açıklarıyla boğuşan, başını ABD ve İngiltere'nin çektiği ülkeler grubu, öte yanda Japonya, Almanya ve Çin gibi cari işlemlerinde fazla veren ekonomilerin yer aldığı iki kutuplu bir yapıdan kaynaklanan dengesiz büyüme. Bu yapının değişmesi, yani dengesiz büyümenin dengeli hale gelmesi, hem açık hem de fazlaların azalmasını gerektiriyor. Bu çerçevede sorunun çözümü, ABD gibi açık veren ülkelerin tasarruflarını artırmasına, diğer

yandan Almanya, Japonya ve Çin'in ise büyümelerini ihracat ağırlıklı olmaktan çıkarıp, iç

tüketim ve yatırım artışıyla desteklemelerine bağlı. Dünyanın en borçlu ekonomisi olan ABD'de açıkların sürekli artması bir yana, bunlara bir de zaman içinde Avrupa ülkeleri ve Japonya'dan oluşan finansörlerin yerini Çin, Rusya ve Petrol zengini Arap ülkelerine bırakması sonucu jeopolitik boyut eklenmesi, sürdürebilirliği konusundaki endişeleri artıran en önemli faktör. En büyük finansör Çin, uzun bir süreden beri dolar bazlı yatırımlarına Amerikan yönetiminden garanti sağlama peşinde.

Peki, yukarıda bahsettiğimiz bu değişim nasıl olacak? ABD'de açıklanan son ekonomik veriler tasarrufların uzun bir aradan sonra yeniden artma eğilimi içine girdiğini gösteriyor. Tasarruf oranının bu yılın sonuna kadar yüzde 10'lara ulaşması bile ihtimal dahilinde. İlk bakışta, bu son derece olumlu bir gelişme gibi görünse de, zamanlama açısından iyi olduğu söylenemez. Zira, böyle bir gelişmenin resesyondan çıkış sürecini uzatması son derece mümkün. Bundan önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, açıkların kalıcı biçimde azalması tasarruflardaki artışın resesyondan sonra da devam etmesine bağlı. Ancak, bunu, bugünden söylemek zor. Fazla veren ülkelerden Japonya'yı hariç tutarsak, Gerek Çin gerekse Almanya'nın tasarruf oranları ABD'ninki ile karşılaştırıldığında oldukça yüksek. Tahminler, bu yıl yüzde 12.9 civarında seyreden Almanya'daki tasarrufların önümüzdeki yılda yüzde 13'e yükseleceği yönünde. Çin'e gelince, iç tüketimi artırmaya istekli olduğu görülüyor. Geçen yılın sonlarında hükümetin hazırladığı 600 milyar dolar tutarındaki ekonomik önlem paketi bunun önemli bir göstergesi. Ancak, etkili olup olmayacağını söylemek için henüz erken. Nedeni de, Amerikalılar'ın aksine Çinliler'in son derece

tutumlu olması ki, bu global dengesizliğin en büyük nedenlerinden biri belirsizliklerin sürdüğü dünyada insanların tasarruflarını artırmaları rasyonel davranışın bir gereği ise, bu nasıl olacak?

Yazının başındaki soruya dönersek, G-20 küresel dengesizliğe çözüm getirebilir mi?

Hükümetler ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, bu kısa vadede zor görünüyor.