G-20 zirvesi ABD ve AB arasındaki anlaşmazlığı su yüzüne çıkardı

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Orhan AKIŞIK

Dünyanın sanayileşmiş ve yükselen pazar konumundaki yirmi büyük ülkesinin devlet ve hükümet başkanlarını bir araya getiren bir G-20 Zirvesi'ni daha geride bırakmış bulunuyoruz. Toronto Zirvesi, yüksek bütçe açıkları ve kamu borç stokunun gündemdeki ağırlığının yanı sıra, ekonomik politikalara ilişkin olarak ülkeler arasındaki görüş farklılıklarının da su yüzüne çıktığı bir zirve olarak hatırlanacak. 2008 ve 2009 yıllarındaki zirvelerde maliye ve para politikaları konusunda ortak tutum sergileyen ülkelerin şimdi farklı telden çalmaya başladıkları görülüyor.

Peki ne değişti ? Esasen, değişen bir şey yok. Resesyonun yol açtığı olağanüstü koşul, ülkelere o zaman birlikte hareket etmekten başka bir seçenek bırakmamıştı. Büyüme sürecine girilmesiyle birlikte, her ülke kendi ekonomik ajandasını uygulamaya koyuldu. Bütün olan biten bundan ibaret.

Avrupa açısından bunun anlamı, kriz nedeniyle yüksek boyutlara ulaşan bütçe ve kamu açıklarının bir an önce azaltılması. Ancak ABD'ye kalırsa, bu konuda acele edilmemesi gerekiyor. Ekonomik iyileşmenin hala istikrar kazanmadığı görüşünde olan bu ülkeye göre, kamu harcamalarında yapılacak aşırı kısıntının resesyonu geri getirme olasılığı yüksek. Bu görüş doğru olabilir mi ? Şimdiden kestirmek zor. Fakat, gerek bütçe açıkları gerekse kamu borç stokunun devasa boyutlara ulaşmasının nedeninin, finansal kriz ve onun neden olduğu resesyon

olduğu tereddüde mahal vermeyecek şekilde açık.

Kendi bütçe açıklarına henüz bir çözüm getirememiş ABD'nin, bu konuda AB'ye öğretebileceği bir şey olabilir mi, diye sorulabilir. ABD'nin tavsiyesinin, açıkça ifade edilmese de Almanya'ya yönelik olduğundan şüphe yok. Parasal Birlik içinde yer alan ülkeler arasında bütçe açığı en düşük olan Almanya'nın harcamalarda kısıntıya gitmesi, küresel ekonomik gelişmeyi olmasa bile, Birliğin diğer ülkelerinin ekonomilerini olumsuz etkileyebilir.

Aslında ABD'yi düşündüren, AB içinde uygulamaya konulan sıkı kamu politikalarının ve Euro'daki değer kaybının kendi ekonomik iyileşmesi üzerinde yaratabileceği olumsuz etki. Dış ticaret ve cari işlem açıklarında, kriz öncesindeki seviyelere dönülmemesi konusunda ABD'nin uzun süreden beri kararlı olduğu görülüyor. Hazine Bakanı Geithner, önceki G-20 toplantılarında olduğu gibi yine, küresel krizden çıkışta ABD'ye güvenilmemesi gerektiği yönündeki görüşünü

tekrarladı. Geithner'in bu sözlerinin büyümeleri ihracata dayalı Çin, Almanya ve Japonya'ya yönelik olduğu açık. Özellikle, eurodaki değer kayıplarına bağlı olarak Almanya'nın ihracatındaki artış, ABD'nin dikkatinin bu ülke üzerine yoğunlaşmasına neden oldu. Almanya'nın ihracata dayalı büyüme modeli, sadece ABD'yi değil, Fransa'yı da rahatsız ediyor. Fransızlara göre, Almanya'nın ihracatındaki artış, Birliğin zayıf ülkeleri aleyhine işlemekte. Ancak, bu suçlamaların şimdilik Almanya'yı etkilediği söylenemez. Bu ülkede, borç krizine bağlı olarak Euro'daki değer kaybının başlangıçta yarattığı endişenin, yerini iyimserliğe bıraktığı görülüyor. Beklentiler, değer kaybeden Euro dolayısıyla ihracatta beklenen patlamanın, kamu

harcamalarındaki azalmanın milli gelir üzerinde yarattığı olumsuz etkiyi ortadan kaldıracağı yönünde. Değer yitiren Euro, sadece ABD'yi değil, Çin ve Japonya'yı da endişelendiriyor. Çin'in geçen hafta parasını dolar yerine aralarında doların da yer aldığı bir sepete bağlaması bu endişenin sonucu.

ABD'nin uzun zamandan beri savunduğu görüş doğru; küresel dengesizlik giderilmedikçe, ekonomilerin kırılganlığının önüne geçmek de zor. Bazı ülkelerin sürekli olarak açık, diğerlerinin fazla verdiği bir yapının uzun vadede sürdürülmesi olanaksız. Zirve deklarasyonunda, istihdamı arttırmaya yönelik dengeli bir büyüme ortamının sağlanması dışında, 2013 yılının sonuna kadar bütçe açıklarını yarı yarıya azaltmak ve 2016'ya kadar da kamu borç stoklarını kontrol altına almak ana hedefler arasında yer alıyor. Dengeli büyüme olmadan ne bütçe açıklarına ve işsizliğe çözüm getirmek, ne de olası krizlerin önüne geçmek mümkün. Bunun gerçekleşmesi ise, her şeyden önce ülkeler arasında koordineli ve yakın bir

işbirliğine bağlı. Bütün ülkelerin birbiriyle sıkı bir biçimde entegre olduğu küresel ekonomik yapıda bireysel çözüm arayışlarının küresel sorunların çözümünde yetersiz kalacağı açık. Mesele, bu gerçeği görmekte.

Bu konularda ilginizi çekebilir