Gelir dağılımı ve metodolojik bir sorun
Erhan BİLGİN
İSTANBUL - Hürriyet Gazetesi’nin ekonomi yazarlarından Ege Cansen, gelir dağılımını ele aldığı yazısında, (Hürriyet 28 Kasım 2012) “Avrupa’daki borç krizinin ‘kök sebebi’ ve de çözümü Avrupa içinde bir gelir dağılımı meselesidir” görüşünü ileri sürerek ‘Her sorun milli gelir dağılımına çıkar’ diyor.
Cansen, görüşüne Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde uzun yıllar ders veren Sadun Aren’in sözlerini de dayanak yapıyor: “Hocam Sadun Aren iktisatta 20 kadar temel sorun vardır. Bunların başında da milli gelir dağılımı gelir derdi”
İktisadi analizlerde gelir dağılımını, öne çıkarmak, hiç kuşkusuz bu olgunun üzerinden atlayan iktisatçıların çok sayıda olduğunu dikkate alırsak ‘anlamlı’ bir çaba gibi gözüküyor. Fakat gelir dağılımına iktisadi analizde yer vermek hatta ön plana çıkarmak başka şey, onu her derde deva bir parametre gibi kullanmak daha başka bir şey.
Cansen’in ekonomik krizin (veya borç krizinin) nedeni olarak gelir dağılımını imâ etmesi son derece hatalı bir yaklaşım. Modern kapitalist ekonominin işleyişinde, gelir dağılımı veya bölüşümün düzeyi (gelir dağılım bozukluğu) kapitalist üretim sürecinde, sermaye birikiminin yoğunluğuna göre oluşuyor. Dolayısıyla bir sonuç. Bu nedenle krize yol açan etken gibi ifade edilmesi metodolojik bakımdan hatalı. Dolayısıyla son derece hatalı iktisadi sonuçlara varılmasına yol açabilir.
Modern kapitalist ekonomide, gelirlerin paylaşımı bir sonuç olarak ortaya çıkar. Uluslararası modern kapitalist ekonominin birikim ve rekabet yasaları her ekonomide benzer gelir dağılımı sonuçları üretir. Sermaye birikimi yoğunlaştıkça (ve bu rekabet nedeniyle kaçınılmaz biçimde yoğunlaşır) sermaye gittikçe daha sayıda şirket, banka ve ya şahısların elinde toplandığı için toplumun çok daha geniş kesimleri ekonomide yaratılan değerden nispeten daha az pay almak zorunda kalır. Ücretler, tarım gelirleri, kendi hesabına iş yapan esnaf, sanatkâr ve hatta KOBİ sahiplerinin gelirleri mutlak olarak artsa bile, ekonomide yaratılan toplam gelire oranla azalma eğilimi gösterir. Ayrıca sermaye birikiminin muazzam artışı ve ekonominin büyümesi sonucu ihtiyaçlar sürekli çeşitlenir. Yeni ihtiyaçlar (cep telefonu bu duruma iyi bir örnek) sosyal yaşamın ayrılmaz bir parçası haline gelir. Ama sözkonusu kesimlerin gelirleri artsa bile bu ihtiyaçları tam olarak karşılama kapasitesine erişemez. Nispi gelir dağılımı bozukluğu sürer gider…
Gelir dağılımı olgusuna sonuç yerine neden gibi bakmak, sosyal yapıları (sosyolojiyi), tarihi ‘beşeri sermayeyi’ dikkate almamak olur ki bu da iktisatta insanı dışlayan bir başka eğilime yol açabilir. Ve ayrıca krizin çözümüne yönelik politika imkânlarını ve seçeneklerini de daha baştan sınırlamış olur.
Bütçe açığı ve şirketlerin büyümesi
Cansen’in hatalı yaklaşımı yazısının ‘milli gelirin yeniden dağılımı’ bölümünde de devam ediyor. Cansen devletin üç temel görevinden birinin milli geliri yeniden dağıtmak olduğunu belirterek (Diğer iki görevin ne olduğundan bizi mahrum bırakıyor) “Hükümetler toplanan vergilerin önemli bir kısmını erken emeklilik, bedava sağlık, eğitim, yeşil kart, zararına demiryolu veya şehir içi ulaşım sistemi çalıştırma gibi ‘sosyal harcamalarla’ dar gelirlilere transfer eder” değerlendirmesini yapıyor. Bu harcamaların, yeşil kart hariç hepsinin gelir transferi kategorisinde değerlendirilmesi maddi bir hata. Çünkü bu harcamaların büyük kısmı işgücünün, toplumun geniş kesimlerinin ‘elverişli koşullara’ sahip olmasına, olsa olsa katkı yapar. Yani üretim sürecinde verimliliği artırıcı sonuçları vardır. Bu kesimlerin satınalma gücünü doğrudan etkilemez. Cansen, ayrıca Türkiye özelinde bütçe vergi gelirlerinin yaklaşık yüzde 70’inin dolaylı vergilerden alındığını da dikkate almamış. Dolaylı vergilerin toplumun geniş kesimleri tarafından finanse edilmesi demek bütçe gelirlerinin yine bu geniş kesimler için harcanmasını da meşrulaştırabilir. Eğer dolaylı vergilerin toplumun satın alma gücündeki azalmaya katkısı hesaplanırsa bütçe politikası bambaşka bir boyut kazanabilir. Bu tür harcamaların bir ekonomik sistemin siyasal, demokratik meşruiyeti için kaçınılmaz olduğuna ise hiç değinmeyelim.
Daha vahimi, Cansen, bütçeden yapılan bu tür harcamaların bütçe açığının yanısıra ‘cari açık yarattığını’ ileri sürüyor. Bu tür iddiaların bütçe açıklarının ekonomik büyüme yani sermaye birikimi üzerindeki hızlandırıcı etkilerini, rekabet kapasitesinin genişleten sonuçlarını ve teşvikler için aktarılan kaynakların hacmini ortaya konulmadan ileri sürülmesi anlamlı değildir. Bunun için zahmete girilmesi gerekir. Cansen’in hatalı yaklaşımına karşı, Türkiye’de 1980’lerin ikinci yarısından 2000’lere kadar şirketlerin sağladığı muazzam sermaye birikiminin arka planında bütçenin ‘muhteşem açıklarının’ büyük katkısı olduğunu belirtmekle yetinelim.
Cansen iyi ki ülkede geniş kitleler, yani bizatihi toplum ve ihtiyaçları olmasa ekonomi çok güzel yönetilirdi demiyor.