İstihdam üzerine aforizmalar

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

 

Talip AKTAŞ

Son günlerin tartışma gündeminde en fazla yer bulan konularından birini 16 Mart'ta açıklanan işsizlik verileri oluşturdu. İşsizlikle ilgili verilerin, esas itibarıyla rakamların gerçeği yansıtmadığı savından hareketle her zaman çokça tartışılan konulardan biri olması bir yana, bu kez TÜİK'in açıkladığı yüzde 13.6'lık oran işsizlikte tarihi bir rekorun kırıldığına işaret ediyordu. Cumhuriyet döneminin tümüne yönelik karşılaştırılabilir bir veri olmadığı için kesin olarak ifade edilemese de, işsizlik rakamında Cumhuriyet tarihinin rekorunun kırıldığı söylemi ağırlık taşıyor.

Tüm uyarılara rağmen (!) krizin Türkiye'yi "teğet" geçmemesi Hükümet cephesinde asabiyet katsayısını artırmış olacak ki, Başbakan sert bir üslupla suçluyu ilan ediverdi. İşten çıkarmalara karşı, TİSK Başkanı'nın ifadesiyle işverenleri "tehdit eden" Başbakan Erdoğan, "Uymayanlar bunun faturasını, hesabını ödeyecekler" diyor ve ekliyordu: "Bunları da yakın takibe alıyoruz."

Oysa, genellikle olduğu gibi bu kez de görünen köy kılavuz istemiyordu. 2001 kriziyle birlikte yüzde 7'ler seviyesinden yüzde 10'lara çıkan işsizlik oranı, bu tarihten sonra yüzde 7'ye yakın yıllık ortalama büyümeye rağmen azalma eğilimi göstermemiş, aksine ortalama veriler itibarıyla düşük oranlı da olsa artış kaydetmişti. Tablo oldukça netti; 2002-2007 arası dönemde cari fiyatlarla GSYİH yüzde 48 artmış, buna karşılık bu gelişme işsizliğin azalması sonucunu doğurmamıştı. Yani, Türkiye istihdam sevmeyen bir büyüme modelinin kıskacında sıkışıp kalmıştı.

Bunda, elbetteki kırdaki işgücünün çözülmesi, işgücü verimliliğinin artışı ile nüfus artışının belli oranlardaki etkisinden söz etmek mümkün. Ancak sorunun temelinde esasen bir başka gerçek yatıyor; o da büyümenin yatırım kaynaklı olmayışı…

Nitekim rakamlar, harcamalar yoluyla hesaplanan GSYİH'de yatırımların payının yıllar içinde sürekli azalış bir trendi izlediğini, 2006 yılından bu yana ise düşüşlerin dramatik bir hal aldığını gösteriyor. (Tablo: 1) 2001 krizinde yüzde 30 oranında gerileme kaydeden yatırımların, izleyen iki yılda yüzde 14 ve 2004 yılında da yüzde 28.4 oranında artış kaydetmesinin ardından düşüşe geçtiği, 2005 yılında yüzde 17.4 olan oranın yüzde 13.3 ve ardından da 2007 yılında yüzde 3.3'e gerilediği görülüyor.

Bu rakamlar bir diğer açıdan da 2003 sonrası dönemde uygulanan düşük kur-yüksek faiz odaklı para politikasının cazip kıldığı ithalatın yatırım eğilimini nasıl baltaladığını açık biçimde ortaya koyuyor. Deyim yerindeyse, ithalat sever büyüme ile özellikle son beş yılda Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu istihdamın desteklenmesi yerine, ithalat yapılan ülkelerdeki istihdama destek verilmiş oldu.

 (işsizlik sağ eksen)

Kaynak: TÜİK

BÜYÜME HIZLARI (1998 Fiyatlarıyla; %)

 GSYİH Yatırımlar

1999 -3,4 -16,2

2000 6,8 17,5

2001 -5,7 -30,0

2002 6,2 14,7

2003 5,3 14,2

2004 9,4 28,4

2005 8,4 17,4

2006 6,9 13,3

2007 4,6 3,3

2008/3ç 3,0 2,6

Kaynak: TÜİK

Konunun bir başka boyutunda dikkati çeken diğer önemli nokta da büyüme ile yaratılan refah artışından ücretlilerin payına bir kazancın elde edilememiş olması… Aksine rakamlar, büyüme ve verimlilikte artış kaydedilmesine rağmen imalat sanayinde reel ücretlerin 10 yıl önceki düzeyinin altında bulunduğunu ortaya koyuyor. (Tablo: 2) İmalat Sanayii Reel Ücret Endeksi'ne göre 2008'in üçüncü dönemindeki reel ücretler 10 yıl öncesine göre yüzde 18.8, 2000 yılına göre ise yüzde 20.0 daha düşük düzeyde bulunuyor. Reel ücretlerin düşük düzede kalması, ailelerin gelirlerini artırmaya yönelik olarak bir yandan da işgücüne katılma sayısında artışı beraberinde getiriyor.

İmalat sanayii reel ücret endeksi (1998=100)

 Çalışan Çalışılan

 kişi başına  saat başına

1999 108,5 110,7

2000 110,2 111,3

2001 94,6 95,1

2002 87,8 90,0

2003 82,3 88,3

2004 83,4 90,5

2005 84,9 92,3

2006 85,7 93,1

2007 86,3 93,7

2008/3 88,1 95,3

 

Grafikteki işsizlik ve büyüme ilişkisine bakıldığında, 2001 krizi ile birlikte yüzde 7'ler seviyesinden yüzde 10'lar seviyesine çıkan işsizliğin, büyümeye rağmen bu düzeyde direnç kazandığı ve yatay bir seyir izlediği görülüyor. Yaşadığımız bu kriz dönemi ise yüzde 10'lar seviyesinden yüzde 13'ler seviyesine bir yukarı yönlü yeni bir kırılmaya işaret ediyor. Özetle, 2001 krizi ile yaşanan istihdam kaybı ile oluşan boşluk doldurulamadığı gibi, bu yeni krizle birlikte ikinci bir istihdam kaybı sürecine daha girildiği görülüyor.

Son yıllarda giderek daha yakıcı bir nitelik kazanan işsizlik sorunu esasen sadece Türkiye'nin de sorunu değil. Özellikle 1980'lerde başlayan ve 1990'larla birlikte hız kazanan süreçle birlikte büyüme ile istihdam arasındaki paralel ilişkin giderek ortadan kalktığı gözleniyor. Bunda, uluslararası alanda artan yoğun rekabete bağlı olarak üretim maliyetlerini aşağıya çeken teknolojik gelişmelerin büyük payı bulunduğu bir gerçek. Ayrıca, emek yoğun yatırımların yerini sermaye yoğun yatırımlara bırakmasının, verimlilik artışının ve Çin'in kıyas kabul etmeyen maliyetlerle alternatif bir işgücü pazarı olarak dünya üretiminde bir çekim merkezi olması ve Çin ürünlerinin yarattığı rekabet baskısının etkilerini saymak mümkün. Bu gelişmeler nihayetinde, dünya genelinde işsizlik oranlarında artışa kaynaklık eden gelişmeler olarak rol oynadı.

Bu süreçle birlikte, iç pazarın dinamikleri ve istikrarı göz ardı edilerek, koşullar ne olursa olsun ihracata yönelik üretime ağırlık verilmesi, doğal olarak rekabetçi bir fiyat oluşturulabilmesi için daha az sayıda işgücü ve/veya daha düşük ücretli işgücünün istihdamını adeta zorunluluk olarak dayattı. Rekabetin bir gereği olarak, teknoloji yoğun işletme yapısının istihdam üzerinde yaratacağı baskının önümüzdeki dönemlerde daha da artacak olması kaçınılmaz.

Türkiye gibi ülkelerde ilave olarak, kırsal nüfusun hâlâ önemli bir ağırlık taşıması ve kente göçle işgücü arzına katılması yayında yüksek oranlı nüfus artış da istihdam üzerinde baskı oluşturan unsurlar olarak öne çıktı ve çıkmaya da devam ediyor. Tam da bu noktada, her aileye "en az üç çocuk" sloganı sorunun çözümünü daha da zorlaştırıyor. Nitekim ortalama yüzde 1.32'lik nüfus artışıyla Türkiye işgücü piyasasına her yıl 800 bine yakın genç katılıyor. Nitekim, Aralık-2008 döneminde çalışma çağındaki genç nüfusun, bir önceki yıla göre 764 bin kişi arttığı gözleniyor. Bu dönem itibarıyla genç nüfusun işsizlik oranının ise yüzde 25.7 düzeyinde olduğunu hatırlatmakta yarar var.

Artan genç nüfus ve sıkça dile getirildiği gibi genç nüfus yapısının bir avantaj olabilmesi, iş ve işyeri demek. İşsizliği önlemenin, yatırımların artırılmasından başkaca bilinen bir yolunun olmadığı da göz önünde bulundurulduğunda, sorun daha karmaşık bir hal alıyor. Yapılan hesaplamalar, işsizliğin yüzde 10 seviyesinde tutulabilmesi için dahi, yatırımların payının yüzde 25'ten az olmaması kaydıyla, yıllık ortalama yüzde 6 civarında bir büyümenin gerekliliğini ortaya koyuyor.

Diğer yandan, ocak ayı itibarıyla bir kişiye istihdam yaratmanın maliyetinin 275 bin 831 lira olduğu dikkate alındığında Aralık-2008 için açıklanan 3 milyon 274 bin işsize iş yaratabilmek için 903 milyar lira tutarında bir yatırıma harcamasına ihtiyaç var. Bu tutar, 856.4 milyar lira olarak hesaplanan Türkiye'nin 2007 yılı toplam GSYİH'sından daha büyük bir rakam.

Ancak ne var ki, işçi çıkarılmasında olduğu gibi yeni işyerlerinin açılması, yeni iş alanları yaratılması ve yeni yatırımların yapılmasında tehdit ya da "Allah rızkını da verir" türünden naif aforizmaların çözüm olmadığı açık.

Kimi sektörlere çeşitli teşviklerle destek verilmesi ya da kimi vergilerde geçici süreyle indirime gidilerek bazı sektörlerde geçici canlılık yaratılması anlaşılabilir bir durumdur. Ancak, Türkiye'nin 2001 yılında yaşadığı borç krizinden çok daha ağır biçimde bir "işsizlik krizi" ile karşı karşıya bulunduğu gerçeğini görmenin ve tez elden bu gerçeğin gereklerine uygun tedbir almanın zamanıdır.

Ocak ve Şubat aylarında sanayide gözlenen kan kaybı dikkate alındığında, işsizliğin bu yılın ilk çeyreğinde yüzde 15'lere dayanması sürpriz olmayacak. O nedenle, sorunun önemi ve aciliyeti son derecede büyüktür.

Bu çerçevede; yerli ve yabancı yatırımları özendirecek kapsamlı paketlerin bir devlet politikası olarak ilan edilmesi ve uygulanması, istihdam üzerindeki yüklerin kalıcı şekilde indirilmesi, az gelişmiş bölgelerde istihdama göstermelik olmayan gerçekten etkili nitelikte ek teşvikler sağlanması bir zorunluluk olarak karşımızda durmaktadır.

Ve kanımızca, belirli sektörlerden kademeli şekilde başlayarak, haftalık çalışma sürelerinin kimi Avrupa ülkelerinde olduğu gibi kısaltılmasının tartışma gündeminde yerini almasının da zamanıdır… Örneğin haftalık çalışma sürelerinin sadece kamuda 35 saate indirilmesiyle 400 binin üzerinde bir ek istihdam yaratılmasının önü açılmış olacak…