Kırılgan zamanların dili
1570’te, 38 yaşındayken, edindiği bütün unvanları, siyasi konumunu terk ederek Périgord’daki şatosuna çekilen Montaigne; kendine dönmek ister.
Başkaları için yaşanan hayatın gölgesini ötede bırakmaya kararlıdır.
Bordeaux’nun uzağındaki yurtluğunda kendini kapattığı “kule”yi okumak/ yazmak/ düşünmek için yeni baştan biçimler.
Sürekli gözüne ilişen tavan kirişlerine Latince özdeyişler yazdırır.
Kitaplığının duvarına da Latince şu yazıyı yerleştirir:
“Tanrı’nın 1571 yılında, martın ilk gününün arifesinde, sarayda köle gibi çalışmaktan ve resmi görevlerin yükünden çoktandır yorgun düşmüş, ama henüz gücü yerinde olan 37 yaşındaki Michel de Montaigne, sanatın bakir kucağında dinlenmeye karar vermiştir. Yazgısı, atalarının bu sakin yuvasının elinde kalmasına izin verirse, büyük bir bölümü geride kalmış bir yaşamın kalan akışını burada, sessizlik ve güvenlik içinde tamamlayacaktır. Michel de Montaigne, burayı özgürlüğe, sessizliğe ve çalışmaya adamıştır.”
Gelinen bir yerden, hayatın bir dönemecinden kopup uzaklaşma düşüncesi; göze alınacak “yeni hayat”ın ne olduğunu da anlatır bir bakıma.
Bir “kopuş” yeni bir “bağlanış”ı getirirken; bu “yeni”nin ne olduğu önemlidir elbette.
İstemediğimiz şeyleri yapma, canımızı sıkanlara katlanma, bizi başkalaştıran işlerle kendimiz olmaktan çıkma durumları öyle bir seçeneği getirip önümüze koyar.
Göze almak, dedim!
O gelinen yeri, kör bir sadakatle katlanılan konumu bir ânda terk etmek; yani tüm bunlardan vazgeçmeyi göze almak öyle kolay değildir!
Eğer, önünüzde, kendinize biçtiğiniz “yeni hayat” varsa; orada, tüm bu canhıraş hayattan, yozlaşıp çürüyen ortamdan kopup kendin ve insanlık için ne yapacağın düşüncesi benliğinde yer etmişse; göze almak deyimi hafif bile kalabilir…
Gitmeyi seçer, bırakmanın serin yürekliliğine yelken açarsınız.
İşte, orada, hayatın kırılgan yanlarını gördüğünüz için; kendinize dönmeyi seçmişsinizdir.
Kate Winslet ile Leonardo DiCaprio’nun başrollerini oynadıkları “Hayallerin Peşinde” (Revolutioary Road) filmini izlemelerini istediğim öğrencilerimle tartışırken; sıkışıp kalmışlığın ve yükselme/ güç elde edebilme sanrılarının insandan nelerin alıp götürdüğü üzerinde durmuştuk ağırlıklı olarak.
“Mutlu görünen” hayat(lar)ın hiç de öyle olmadığını, tutku ve arzuların, yıkıcı hırsların içinde debelenen benliklerin nasıl bir savruntu içinde olduklarını görebiliyordunuz bu filmi izlerken.
Her şeyi bırakıp başka bir ülkeye/ kente (Paris’e) gitmeyi, orada “yeni hayat” kurmayı düşleyen Rose’un göze aldıklarına katılamayan Jack, hırsı ve tutkularının sürüklenişine kapılır. Hayatın o noktadaki kırılganlığına katlanamayan Rose’u başka bir trajedi beklemektedir.
Bir “yüzleşme”, “kendini görme” filmi olarak da izleyebileceğimiz “Hayallerin Peşinde”den bana yansıyanları hatırlarken; kendime daha yakın duran Montaigne’in serüvenine döndüm.
Başka hayatlara katılıp eriyip yok olmaktansa; öfkeli duyguları yatıştırıp kendi yolumuzu seçmek her zaman iyidir sevgili okurum.
Bu kırılgan hayatın dilinden kaçarken, ötede seni bekleyenin ve senin ne yapmak istediğin iyi kötü belli olmalıdır.
Bunu bir sürükleniş değil, seçtiğiniz “yeni hayat”ın gerçekliği olarak da almanız gerekir.
Kapandığı “kule”sinde, “tek isteği, çalışma odasında kendi kendisinin yansılarını yakalamak” olan Montaigne, eğer bu seçimini yapmasaydı; bugün ne Montaigne’in adı vardı, ne de o kült yapıtı “Denemeler”i dünya edebiyatını taçlandıracaktı.
Bu seçimi bir tür “hayat molası” olarak da almamalı. Kendini daha iyi nerede görüp, nerede buluyorsan varlığını da orada sürdürmelisin sevgili okurum.
Derim ki; o içgöz’ün açılması için yazıda ve yaşamda yolculuklara çıkmak her zaman iyicildir. Görülmeyeni görür, yaşanmayanı hisseder, kapanıp kaldığınız yerin nasıl bir kırılgan dille örüldüğünü gözlersiniz.
En iyisi; önce, yolculuklara çıkmayı denemeli, uzaklaşmayı seçmeliyiz…