Kriz hem Amerika'nın hem de Avrupa'nın kapısını tekrar çalar: Onların çaldıklarıysa yine o dillerine pelesenk ettikleri Türkiye nağmesidir

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

A. Levent ALKAN / Araştırmacı-Yazar

Tarih sayfaları Ağustos 2007'u gösterdiğinde, ekonomi tarihinin 1929 krizinden bu yana küresel ölçekte karşılaşacağı ve kabaca 2000 krizinden beri gebe kaldım dediği, en oturaklı sistemik krizi doğar. Oturaklıdır, çünkü her nereye bulaşmışsa, kolay-kolay çıkmaz, girdiği yerden çıkmaz, oturduğu yerden çulunu eskitmeden kalkmaz. Oturaklıdır, çünkü tıpkı okyanusun dibine çöke batıklar gibidir. Sorunları derinlerde, taa en derinlerdedir. Oturaklıdır, çünkü bu kargaşa ortamın dahi nemalananları vardır. Oturaklıdır, çünkü önyargıların kırılmasına büyük gereksinim duyar. Oysa bunu başarabilmek, "atomu parçaladık ancak önyargıyı parçalayamadık" sözlerinden de anlaşıldığı gibi Einstein' ı da aşar, bu krizi de aşar, bu kurtarma planlarını da, bu para politikalarını da, bu maliye politikalarını, bu denetim mekanizmalarını da, risk yönetimlerini de, siyasi iradelerini de…

Kriz, köyünü değiştirse de huyunu değiştirmez bir kurt mu?

Geçen hafta ABD'nin bono ihalesine talep, oldukça sönük kaldı. Faiz, %3,6 düzeyinden bir anda %3,89 seviyesindeydi. Artış yaklaşık 29 baz puan ve %8 ile, krizin ilk günlerinden bu güne 10 yıllık gösterge bononun da gördüğü en sert harekettir. Artışı neler tetikliyor olabilir acaba? İlk neden, kredi tıkanıklığının önüne geçecek bono alımlarıyla sağlanmış nicel gevşemenin, 31 Mart tarihinde bitecek olmasıdır. Bu tarihe yaklaşıldığı için; talep, bıçağın ucuyla kesilmiş gibidir; bir anda bitmiştir. (27 Mart 2010 Cumartesi yine bu sütunlardan ABD merkez bankasının kararlarında (FOMC) benzer konulara detaylı olarak değinmiştim.). İkinci neden, ABD'nin bütçe açıklarının 2010'da 1.4tio USD şeklinde sonlanacağını öngören yatırımcı, durumdan oldukça tedirgindir. Bu nedenle yatırımlar, bonodan dümeni kırar. Hani derler ya, "kedinin usluluğu bir fare görene kadardır". İşte 10 yıllık bonodaki düşük faizin durumu da, aynen böyledir. Sağlanmış gibi görünen istikrar aldatıcıdır. Taşıma suyla dönen değirmenin kukla çarklarıdır. 

Krizin kaynağı yüksek riskli ipoteğe dayalı menkul kıymetlerde de durum pek farklı değildir. ABD halkının sistemdeki kurumlara, regülasyonlara ve denetimlere olan güveni sarsılıyordur. Emlak sektöründe birbirine geçmiş üç sorun birlikte yaşanır. Ödemelerde gecikme (default), borçların ödenememesi (delinquency) ve borçların icralık olması (foreclosure). İpoteğe dayalı menkul alımları da, bu üç silahşoru dizginlemek konusunda istenen sonucu veremiyor ve sorunlu kredilerdeki sular bir türlü durdurulamıyor.   Kurtarmaların onca külfetine karşın sağlanan sınırlı başarı karşısında, kafalar mart havası gibi karışıktır. Kriz uzadıkça şu soru finans gündemine yerleşiyor; regülasyonlar mı yoksa kurtarmalar mı daha önemlidir? Ben bu terazide regülasyonlar kefesinin ağır geldiğine inananlardanım.

Papandreu neden sadece Sarkozy'ye şükranlarını bildiriyor?

Fransa Yunanistan'ın sorunlarına destek çıkmak konusunda neden başı çekiyor? Çünkü Yunanistan'ın toplam dış borcunun %70'i Fransa'dan alınmış durumdadır. Fransa aslında Yunanistan'ı değil kendini kurtarıyor. Bu arada Almanya, ucuz borçlanma maliyeti ile Yunanistan ödüllendirilmemelidir derken, IMF'de dahil her yola başvurulması gerektiğini iddia ediyor. Krizde Avrupa bölgesinin sırtına kambur gördüğü Yunanistan için, sanki "ölürse yer beğensin, kalırsa el beğensin" diyor ve kurtarmak; gevşekliğin ödüllendirilmesidir görüşünün altını tekrar-tekrar çiziyor. Rakamlara bakıldığında, Almanya pek haksız da değildir. Parasal birliğin kurulduğu 1999'dan bu yana Almanya'nın istihdam maliyeti %15 düşmüştür. Oysa Yunanistan'ın %3.5, İspanya'nın %10, İrlanda ve Portekiz'in %13 artmıştır. Alman işçinin eline, saatte 34 EUR gibi yüksek bir rakam geçse de, düşüşe rağmen en verimlisi olmayı sürdürüyor. Yunanistan'a bu kıssadan çıkarılacak hisse, "dost ağlatır, düşman güldürür" atasözünü hatırlatıyor. Ülkelerin siyasetleri duygusallaştıkça, gerçeklerden uzaklaşıyor.

Bu arada, Brüksel'de imzalanan AB 2020 stratejilerine ne demeli? Geçen yirmi yıl içinde AB ekonomileri, diğer gelişmiş ülkeler, BRIC ve diğer gelişen ülkelerin gerisinde kalmıştı. Kel düşüp takke göründükçe, AB ülkeleri uzun vadeli rekabet planlarını gündemlerine alan stratejiler belirlemek konusunda kendilerini zorunlu hissediyorlar. Lizbon görüşmeleri, AB 2020 stratejilerine öncüllük eden adım oluyor. AB ekonomilerinin gerçek resmi; üretken, verimli, çalışkan kanat ile hazıra konan, verimsiz, tembel kanadın birlikteliğinden oluşuyor. Asimetrik yapılanmalara karşın ortak bir politikayı işletmek, kendi kendini yok eden bir süreci başlatabiliyor. Yani çözüm politikaları, sorunların kendisi olabiliyor. Sektörler belirleyip onları desteklenmesi fikri, 16. yüzyıla kadar uzanan merkantalisme kadar uzanıyor. Sektörlerdeki rekabetin genel olarak üç temel kaynağı bulunuyor. Bunlar, 1. Düşük istihdam maliyeti, 2. Yüksek verimlik ve know-how, 3. Devalüasyon.

Yunanistan'ın 20 Nisan'da 8.2mia EUR bono itfası, Avrupa bölgesinin testi olma özelliğini koruyor. Yunanistan'ın bu şekilde kurtarılmış olması, IMF'nin hükümranlığını bir anda Avrupa bölgesine kadar uzatıyor. IMF'nin üçte birini üstlendiği toplam 34mia EUR destek öncesinde, her ülkede olduğu gibi önceden bir ekip gönderip, tamir edeceği ayakkabıyı evirip çevirip etraflıca incelemesi gerekiyor.

Suç sende mi, yoksa sana gönül verende mi?

Avrupa Türkiye'nin en önemli ticari partneri konumunu, komşularla genişletilmiş ticari ilişkilere rağmen devam ettiğini görüyoruz. 72 milyon nüfusuyla, Avrupa'nın hızla azalan genç nufüsüna karşın, dinamik tüketim toplumuna sahip bir ülke yanı başında duruyor. Haftanın son günü açıklanmış olan motorlu taşıtlar Ocak verileri, önemli bir potansiyele işaret ediyor.

Taşıt sayısı 52.516 73.044 39.1

Taşıt parkı Dağılım

2010 Ocak %

 Otomobil 49.6

Motosiklet 16

Kamyonet 15

Traktör 9.5

Kamyon 5.1

Minibüs 2.7

Otobüs 1.4

Toplam 14.389.744

Kişi başına 1 / 5 taşıt

72 milyonluk Türkiye'de taşıt parkı, 14,3 milyondur. Yani, beş kişiye bir motorlu kara taşıtı düşüyordur. 2009 yılının Ocak, Şubat, Mart ayları krizin en keskin yaşandığı aylardı. Bu yıla ilişkin baz etkisi yansınamaz derecede yüksek olsa da, reel artış 2010'un ilk ayında yıllık %39,1 artışa işaret ediyor. Amerika'nın yüksek sermaye verimi sunan en önemli yatırım sahası olan Türkiye, Avrupa'nın da en ucuz işgücü, en kolay ihracat pazarı konumundadır. ABD, Enron olayından daha 7 yıl geçmeden, aynı temcit pilavını tekrar önünde bulmuyor mu? AB bölgesi de para politikasıyla sağladığını sandığı birliğin, maliye politikasında nasıl sulandırıldığına tanık olmak zorunda kalıyor. ECB'nin çatısında birleşen Euro bölgesinin, ne yapıp edip, aynı yetki gücüyle maliye politikalarını denetlenmesi gerekiyor. Bölgede Türkiye, bir sürü küçük yavrusu olan anaç aslan gibi duruyor. Merkel Almanya'sı, Sarkozi Fransa'sı ve Obama ABD'si kendi seçmenini besleyecek kadar yakından bakıyor ve anaç aslanın geyiği parçalarken ağzından sıçrayan kanları görüyor, irkiliyor. Oysa tepeye çıkıp biraz geniş vizyonla baksa, anaç aslanın yavrularını besliyor olduğu tablosu ortaya çıkıyor.

Göle su gelinceye kadar, Türkiye'nin gözü patlayabilecektir. Kısacası geçikmenin bize maliyeti büyük olacak. O zaman Türkiye demiri tavında dövmelidir. Küresel ölçekte sınır tanımaz ve hammadde bağımlılığı en düşük; telekom, tarım, yazılım, donanım, hizmet, turizm gibi sektörlerde kolları sıvamalıdır. Sıkı proje analizlerinin ardından gerekli teşvikleri vermekten çekinmemelidir. Birlik ülkelerinden bağımsızlığın avantajlarını kullanmalıdır. Sektörel politika seçiliğini, proje bazlı titiz değerlendirmelerini, düşük işçilikle birleştirmeli; hatta, uygun görürse parasını bile devalüe edebilmelidir. BRIC ülkelerinin hikayelerine ortak olabilmek, Türkiye için o kadar uzak mı? BRIC+T=BRICT denklemi kurulamaz mı? Kapıları çalan ülke konumundan, kapısı çalınan ülke konumuna dönüşülemez mi?.