Küresel kriz ve doların geleceği
Orhan AKIŞIK
Son iki yıldır dünyayı etkisi altına alan ekonomik krizin sonuna yaklaşılmış olsa da, etkilerinin önümüzdeki yıllarda da süreceği kesin. Geçen eylül ayında Pittsburg'da yapılan son G-20 toplantısında ABD ve İngiltere'nin öncülüğünde, G-20'nin bundan böyle ileri derecede sanayileşmiş ülkelerden oluşan G-7'nin yerini alacağına ilişkin karar bu yönden büyük önem taşıyor. Kararın altında yatan düşünce, hızlı büyüyen gelişmekte olan ekonomileri küresel sistemle tam olarak bütünleştirmek ve bu yolla krizin esas nedeni olan global dengesizliği gidermek. Esasen, bu yeni bir düşünce de sayılmaz. Başkanlık seçimlerinden çok önce, 24 Temmuz 2008 tarihinde şimdiki başkan o zaman ki senatör Obama'nın Berlin'de yaptığı konuşmada bunun ipuçlarını bulmak mümkün:
"Yirmibirinci yüzyılın özelliği, insanlık tarihinin hiç bir döneminde olmadığı kadar dünyanın girift ilişkiler içinde olduğunu göstermesi… Fakat bu yakınlık, hiç bir ülkenin tek başına üstesinden gelemeyeceği yeni tehlikeleri de beraberinde getiriyor. Ne kadar büyük, ne kadar güçlü olursa olsun, hiç bir ülkenin tek başına bertaraf etmesinin mümkün olmadığı tehlikeler.
Zaman, güçlü kurumlar, sürekli işbirliği, karşılıklı özveri temelinde yeni yüzyılın tehlikelerini göğüslemek için ülkelerin biraraya gelmesini gerektiriyor."
Obama yönetiminin işbaşına geldiği geçen ocak ayından beri ABD'de değişik çevrelerce tartışılan bu düşüncenin G-20 toplantısında karara bağlanması, ABD'nin dünya ekonomisinin lokomotifi olmaya bundan böyle istekli olmadığının bir göstergesi. Kaldı ki, ülkenin ekonomik parametreleri göz önüne alındığında, bu artık mümkün de değil. Neredeyse otuz yıldan beri dış açıkların sürekli artması pahasına iç tüketimin pompalanmasına dayalı büyüme politikasının sonuna gelindiği aşikar. Peki, ülkeler şimdiye kadar oynadıkları rolleri değiştirmeye razılar mı?
Bundan önceki, G-20 forumunda alınan kararların irdelendiği yazımızda gerek açık gerekse fazla veren ülkelerin dengesizliğin giderilmesi konusunda istekli olduklarından bahsetmiştik. Bugün gelinen noktada ise, artık isteğin de ötesinde bir zorunluluk hali var ortada.
Zira, ülkelerin büyüme sürecinde zaman zaman açık veya fazla vermeleri doğal karşılanmakla birlikte, bunların zaman içinde sürekli artarak kronik bir hal almasının kabul edilebilir bir yanı yok. Kaldı ki, bunun sürdürülebilirliği de mümkün değil. Özellikle, devasa boyutlara ulaşan dış ticaret ve kamu açıklarıyla ABD ve 2 trilyon doları aşan döviz rezervleriyle Çin için bunun anlamı büyük.
Geçen elli yıl, ABD dış ticaret açığının ekonomi üzerinde giderek artan olumsuz etkisinin belirgin hale geldiği bir dönem. Dış ticaret açığının yanı sıra, eylül ayında sona eren mali yıl sonu itibariyle, 1.4 trilyon dolara ulaşan bütçe açığı da bu ülke yönetiminin önümüzdeki yıllarda çözüm bulmak zorunda olduğu en önemli sorunlar arasında yer alıyor. Rekor düzeylere ulaşan kamu açıklarının, ABD Doları'nın uluslararası rezerv para olarak geleceğinin sorgulanmasına yol açan en önemli faktörlerden biri olduğuna şüphe yok. ABD'yi, Eisenhover döneminde dünyanın en büyük finansörü konumunda iken net borçlu ülke statüsüne girmesinde, Başkan Reagan'ın uluslararası rezerv paraya sahip bir ülke için açıkların önemli olmadığı şeklindeki düşüncesinin payı büyük.
Uluslararası rezerv paranın özellikleri arasında önde gelenleri, likidite gereksinimini karşılaması dışında güvenli bir yatırım aracı olması. Doların ilk özelliğini korumasına karşılık, açıkların büyük boyutlara ulaşması sonucunda, ikincisine dair endişenin yaygınlaşmaya başladığı görülüyor. Çin, Rusya ve de Fransa gibi bazı ülkelerin doların yerine yeni bir rezerv para bulma konusundaki girişimlerini bu endişenin sonucu olarak görmek lazım. Başarılı olurlar mı? Yakın gelecekte zor. Dünya ticaretinde yüzde altmışlık paya sahip doların yerine yeni bir para biriminin ikame edilmesi her şeyden önce, ülkeler arasında güçlü bir konsensüsü gerektiriyor. Dahası, ABD dünyanın askeri ve ekonomik anlamda hâlâ en büyük gücü. Ancak bu güç, ülkenin geçmişteki politikasını sürdürebileceği anlamına gelmemeli. Geçenlerde, Hazine sekreteri Timothy Geithner tarafından, doların güçlü para olarak varlığını sürdürmesinin sorumluluğunun tamamıyla ABD'ye ait olduğu ve bunun için ülkenin imkanlarının ötesinde harcamaması yönündeki açıklamasına katılmamak mümkün değil. Evet, ABD'li yetkililerin açıkların sorumlusu olarak Çin'in para politikasını göstermesi pek anlaşılır değil. Yanlış anlaşılmasın; düşük değerli yuanın dış açıklarda etkisi olmadığını söylemek istemiyoruz. Ancak, bu abartıldığı kadar da değil. Esas sorun, ulusal tasarrufların düşüklüğünden kaynaklanıyor.
Doların başlıca uluslararası rezerv para olma konumunu sürdürmesi dış ticaret ve kamu açıklarının kontrol altına alınması ve hatta zaman içinde fazlaya dönüşmesinin yanı sıra, Asya ülkelerinin ve de Almanya'nın büyüme stratejilerini ihracattan ziyade, iç pazarın genişlemesine dayandırmalarını gerektiriyor. Bu bağlamda, Çin'in bir an önce kura müdahaleden kaçınarak, yuanı serbest piyasada dalgalandırmaya bırakması şart. Bu, yalnızca Çin yönetiminin söylemleriyle uygun bir para politikası izlediğini göstermeyecek, aynı zamanda bu ülkenin küresel ekonomi ile bütünleşmesinde de önemli bir adım teşkil edecektir. Kaldı ki, 90'lı yılların başından bu yana çok hızlı büyüyen bu ülkenin ekonomik gücü nispetinde parasının da değerlenmesine imkan vermesi gerekmektedir. Gerçekten de, Çin, yuanın dünya ticaretinde kabul gören bir para birimi olmasını istiyorsa, bu bir zorunluluktur.