Merkel ziyareti sonrası Türkiye'ye kalan: AB ödevine devam

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Muammer Öztürk / Siyaset Bilimci

Avrupa Birliği'ne (AB) üyelik yolunda yaklaşık 50 yıldır çok zorlu ve umut kırıcı engellere göğüs gererek seyretmiş olan Türkiye, bu uğurda dünya tarihinde eşine az rastlanır bir kararlılık ve sadakat örneği ortaya koymuştur. Öyle ki, Guieness Rekorlar Kitabında şayet bölgesel bir birliğe üyelik için en uzun süreli dayanıklılık gösteren ülke kategorisi mevcut olsa, Türkiye hiç şüphesiz bu kategoride birinci olurdu. Türkiye'nin AB'ye üyelik yolunda zorlu mücadeleler vererek ortaya koyduğu sadakat ile belki ancak klasik aşk masallarındaki aşık-maşûk ilişkisi arasında bir benzerlik kurulabilir. Klasik aşk masallarındaki aşıklar, maşûklarına duydukları aşkın büyüklüğü nispetinde çeşit çeşit sıkıntılara katlanarak sadakatlerini ispatlarlardı. Türkiye'nin kökleri ayrı bir tarih bahsi oluşturacak derecede eskilere uzanan Avrupalı olma macerasının başlangıcından bugüne kadar olan seyrine genel hatlarıyla bakıldığında, sergilenen kararlılık ve sadakat karşısında ulaşılan Avrupalılığın ne Türkiye, ne de Avrupalılar nezdinde hiç de tatminkâr olmadığı açıktır.

AB, Türkiye'yi şaşırtmaya devam ediyor

Türkiye gibi Avrupa ile iş tutmaya başlama tarihi oldukça eski olan bir ülkede Almanya Başbakanı Angela Merkel'in 29-30 Mart 2010 tarihlerinde gerçekleştirdiği ziyaret öncesinde yaşanan gelişmeler, geçmişte birçok kez olduğu gibi yine şaşkınlık ve hayal kırıklığına yol açtı. AB'den gelen şaşırtıcı söylemler ve sergilenen tutumlar karşısında Türkiye'nin en sık müracaat ettiği yol ise tuhaf biçimde AB tarafına 'AB dersi vermek' olmaktadır. Merkel ziyareti öncesi basına yansıyan 'imtiyazlı ortaklık' teklifi etrafındaki Türk tarafının tepkileri, buna iyi bir örnek teşkil etmektedir. Merkel'in sarf ettiği söylenen 'imtiyazlı ortaklık' teklifine cevaben Başmüzakereci Egemen Bağış, basına yansıdığı şekliyle şöyle bir eleştirel mukabelede bulunmuştu: "AB müktesebatında imtiyazlı ortaklık diye bir ifade yoktur; olmayan bir konuda tartışma başlatılamaz". Bu cevapta ya da tepkide AB'ye AB dersi edası vardır demek, abartı olmayacaktır. AB müktesabatından bahis açınca, Tükiye'nin Birliğe tam üye olmadan niçin ve nasıl Gümrük Birliği'ne üye olduğunun aynı çerçevede izahını yapmak oldukça zorlaşır. Nitekim, AB'nin oluşumu ve gelişim seyri yakından tetkik edildiğinde birçok sui generis, yani nev'i şahsına münhasır hadiseler ile dolu olduğu görülür. Bilinmektedir ki Avrupa zihniyet dünyasının yapı taşlarından biri, 'zıtlıkların biraradalığı' kuralıdır. Dolayısıyla, Avrupa'nın her zaman şaşırtıcı söylem ya da tutumlar ortaya koyabileceği bilgisi, uzun yıllardır AB üyelik yolunu aşındırmakta olan Türkiye'nin kolektif bilincinde yer etmiş olmalıdır. Bu tecrübe birikimi, Türkiye'nin artık bu şaşırtıcı söylem ya da tutumlarla baş etmenin bir yolunu bulmasını gerekmektedir.

Almanya Başbakanı Merkel'in bu son Türkiye ziyareti daha başlamadan Alman ve Türk basınına yansıyan tartışmaların bir diğer odak noktasını Türkiye Başbakanı Erdoğan'ın Almanya'daki Türk çocukları için Türk okulları talebi oluşturuyordu. Merkel'in Türk okulları talebine cevabı, daha sonra ziyaret esnasında bu cevabını yumuşatmış olsa da, ilk anda net biçimde olumsuz olmuştu. Zira, Almanya'nın yıllardır ülkedeki yabancılara ve özellikle de ağırlıklı göçmen nüfus olan Türklere yönelik ana siyasetini, entegrasyon (bütünleştirme) oluşturmaktaydı. Almanya'da yaklaşık 3 milyonluk bir nüfusla en büyük göçmen grubu olan Türklerin entegrasyon konusundaki karnelerinin Almanlar nezdinde hiç parlak olmadığı, Alman yetkililerince çeşitli vesilelerle dile getirilen ifadelerde görülmektedir. Almanya'da kendine has, bir bakıma adeta 'getto' tarzı bir hayat süren Türk nüfusu için Türk okullarının onların Alman toplumu ile kaynaşmasına ne gibi bir hizmet göreceği, Alman bakışından anlaşılabilir olmaktan uzaktır. Alman bakışının odağını, Türk nüfusunun Alman toplumuna 'entegre' edilmesi gerektiği fikri oluşturmaktadır. Almanya'da yaşayan Türk nüfusunun artık misafir işçi olmadığı ve Türkiye'ye dönmeyecekleri gerçeği, bu ülkede 50 yıla dayanan yerleşiklilikleri ile aşikâr olmuştur. O sebeple de Türk nüfusunun Alman toplumu ile kaynaştırılarak 'eritilmesi'nden başka bir çıkar yol görünmemektedir. Sınıflayan, etiketliyen ve böylece belli bir tanım başlığına kavuşturarak çalışan Batı ve özellikle Alman zihni için Alman düzen tanımlamasında uygun bir etikete kavuşturulamamış bir nüfus grubunun ülkedeki de facto varlığını kabul etmek oldukça rahatsız edici olmaktadır. Zira, Almanya, düzenin, disiplinin herşey olduğu bir geleneğe sahip bir ülke olarak nam salmıştır.

Acı vatan Almanya'daki Türk varlığı için akılcı bir muhasebe

Yaklaşık 3 milyonluk nüfus varlığıyla Almanya'daki Türklerin ayaklarının bu ülkede ne derece yere sağlam bastığı üzerinde ciddi ciddi kafa yormak, 1961'den bugüne ne derece yol alındığının 'akılcı' bir muhasebesini yapmaya ve buradan dersler çıkarmaya sevk edecektir. Türklerin bu ülkedeki yarım yüzyılı bulan geçmişlerinin gerçek bir varlık tesis etmeye yetmediği, uyum konusunda yaşanan tartışmalarda kendini göstermektedir. 50 yılın toplam hasılası, sadece rakam düzeyinde uzun bir süre itibarıyla bu ülkede bulunmaktan öteye gidememektedir. Bu fiili durumun tek faiilinin Almanlar olduğunu söylemek, çözüm sunmaktan uzak kolaycı bir yaklaşımdır. Almanya'daki Türklerin milli kimlik hassasiyetleri ile Alman toplumunun hayat imkânlarının cazibesi arasında sergilediği "gidip gelmeli" ve çoğu durumda "pragmatik" tutumlar silsilesi, Almanların gözünde aslında hiç de orada "kalıcı", "katılımcı" ve "yerleşik" olmayı hedeflemeyen bir topluluk resmi oluşmuştur. O halde, şöyle bir soru sorarak bir muhasebe başlatılabilir: 'Almanya'da hoşnutsuzluk vesilesi olan Türk imajını inşa eden, sadece Almanlar mıdır?