Özerk kurumlar, hesap verebilirlik ve kurumsal taassup

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Ahmet ARSLAN / MBA

Son dönemlerde ÖSYM'de şifre ve kopya iddialarından başlayıp Futbol Federasyonu'ndaki şike iddialarına kadar uzanan ve toplumda rahatsızlık yaratan veya toplumu meşgul eden olaylar esasında özerk oldukları için kalın bir koruma duvarına sahip kurumlara karşı adli mercilerin müdahalesinden dolayı ortaya çıkmaktadır.

1980'li yılların başından itibaren dünyada deregülasyon (serbestleştirme) anlayışı ile birlikte siyasi otoritenin piyasa işleyişinde müdahalesini azaltmak için devlet olarak nitelendirilen yönetim yapılarından kendilerine ait bütçesi ve idari mekanizmaları bulunan ve özerk olarak nitelendirilen yapılara doğru bir geçiş başlamıştır.

Bu değişimin bir sonucu olarak ülkemizde 1990'lı yılların başından itibaren "... düzenleme ve denetleme kurulu", "...kalkınma ajansı"   "...merkezi" "...kurumu", "...enstitüsü", "...başkanlığı" gibi adlarla merkezi idarenin dışında yeni kurumlar oluşturulmaya başlanmıştır.

Söz konusu kurumların en üst düzey yöneticileri genelde ya Bakanlar Kurulu kararıyla ya da müşterek kararname ile atanmakta, daha alt düzeydeki personelin ataması ise söz konusu yöneticilerin inisiyatifinde bulunmaktadır.

Bütçe yapıları olarak gelirleri devlet bütçesinden veya AB fonlarından yapılan aktarmalar ile kendi faaliyetlerinden doğan tescil, kayıt, izin gibi hizmetler karşılığında hak sahiplerinden ve idari para cezalarından dolayı sorumlulardan tahsil edilen ücretlerden oluşmaktadır. Birçoğunun mevzuatında fon fazlasının devlet bütçesine aktarılacağına ilişkin hüküm bulunmasına karşın bugüne kadar devlet bütçesine yapılan bu tür aktarmaların miktarı yok denecek kadar azdır.

Neden merkezi idarenin işleyiş mekanizması dışında bu tür yapılara ihtiyaç duyulduğu ve fayda maliyet analizinden hareketle bunların gerçekten kendilerinden beklenen fonksiyonları yerine getirip getirmediği ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte bu yazımızda durum son dönemlerde toplumu meşgul eden rahatsızlıklar kurumsal hesap verebilirlik ve taassup açısından analiz edilmeye çalışılacaktır.

Hesap verebilirlik (accountibility) esasında kurumsal yönetim (corporategovernance) ve şeffaflığın (transparency) bir sonucu olarak bir kurumun iş ve işlemlerinin topluma açıklanması ve yanlış uygulamaların kurumun kendi içerisinde düzeltilmesi temeline dayanmaktadır. Hesap verebilirliğe engel olan anlayışlardan en önemlilerinden birisi ise kurumsal taassup anlayışıdır. Söz konusu anlayış kurum dışından kurum mensuplarından birisine gelen eleştiri ve sorgulamaların yeterince araştırılıp düzeltici önlemlerin alınması yerine kurumun kurum mensubunu koruma içgüdüsüne kapılmasından ileri gelmektedir. Kurumun bütününe ilişkin toplumdan bir eleştiri geldiğinde ise eleştiri konusu hususun araştırılmadan bu eleştirinin "kurumu yıpratma" amaçlı olduğu şeklinde reflekslerde bulunulmaktadır.

Bu tür davranış modelleriyle kurumlar esasında sorun çözmek yerine günü kurtarma yoluna sapmaktadır.

Bu tür kurumsal taassuplara karşı en bariz örnek LGS'deYÖK Başkanı'nın ÖSYM Başkanı'nın şifre iddiaları sürecini iyi "idare" edemediğini kanaatinde olmasına rağmen onun "idari" sorumluluğunun bulunmadığını ifade etmesidir. Aynı şekilde Futbol Federasyonu Başkanı'nın hukuki olmaktan ziyade bir etik konusu olan şike konusunda kurumunun sorumluluğunun veya kurum içinde sorumluların araştırılması ve kulüplere de en azından kınama derecesinde bir açıklama yapması yerine savcılığın iddianamesinin beklenmesi gerektiği şeklindeki açıklaması bu tür özerk kurumların kendi sorumluluklarının gereğini yerine getirmekten ziyade bunu dışardan adli mercilere bırakması yolunu tercih ettiklerini göstermektedir. Böyle davranmakla akıllı davrandıklarını düşünmekte ancak durum toplum vicdanını rahatsız etmeye devam etmektedir.

Söz konusu sorumluluktan kaçma uygulamalarına sadece özerk kurumlarda değil maalesef devletin her kademesinde rastlanmaktadır. Bunun en bariz örneklerinden biri hakkında birçok denetim raporu düzenlenmesine karşı mantıklı dahi olmayan gerekçelerle birçok idarenin adli mercilerin devreye girmesine kadar kendi personelini korumaya devam etmesidir.

Kurumlar idari sorumlulukla hukuki sorumluluğu birbirinden ayırt etmekte zorlanmaktadır. Bir kurum mensubunun idari sorumlu sayılabilmesi için yargı mercilerinin kararına bağlanmaktadır. Zaman aşımı, af gibi sebeplerle adli takibatın sonuçsuz kalması halinde bile herhangi bir idari veya etik sorumluluğa karar verilmemektedir.

Batılı ülkelerde toplumda rahatsızlık yaratan olaylarda üst yöneticiler en azından toplum vicdanını rahatlatmak için derhal istifa etme yoluna gitmesine karşın ülkemizde neden kurumsal taassubun bu derece fazla olduğu konusunda birçok neden sıralanabilir. Bu nedenlerden bazıları kültür veya kaybetme korkusu olmakla birlikte sanırım en bariz olanı sahip olunan kaynaklardan vazgeçme konusundaki dirençtir.

Faaliyetlerine nazaran aşırı kaynağa sahip olmaları bu kurumları denetime karşı ve dışardan müdahaleye karşı dirençli hale getirmektedir. Toplumun düzeltici önlem alma isteğine karşılık ileri sürülen özerklik gerekçesine karşı tek çıkar yol adli mercilerin müdahalesi kalmaktadır. Adli merciler dışındaki her türlü sorgulama veya bilgi isteği bu kurumlarca "kurumu toplum nezdinde yıpratma" olarak lanse edilmektedir.

Faaliyetlerine nazaran aşırı kaynağa sahip olan özerk kurumlara en bariz örnek düzenleyici ve denetleyici (üst) kurullar ile spor federasyonları başta olmak üzere federasyonlardır. Her ne kadar federasyonların birer kamu idaresi olmadıkları iddia edilse de önemli ölçüde kamu kaynağı kullandıkları bilinmektedir. ABD gibi gelişmiş ekonomilerde kamu kaynağı kullanan veya kamudan yardım alan kuruluşlara yardımın şartları bunların şeffaf ve hesap verebilir olmaları şartına bağlanmıştır.

Özerk kurumlara ilişkin mevcut düzenlemelere göre denetim yapabilecek tek merci Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu olarak bulunmaktadır. Zaman zaman kurulun kaynak israfları konusunda düzenleyici ve denetleyici kurumlar üzerine yaptığı denetimler medyaya yansımaktadır. Daha önce bir yazımızda da belirttiğimiz gibi 320 adet personeli bulunan Rekabet Kurumu'nda 252 adet lojmanı bulunması (neredeyse her bir personele 1 lojman) aşırı kaynak kullanımının en bariz örneklerinden birisini oluşturmaktadır.

Spor alanındaki etkinliğinin araştırılması ayrı bir uzmanlık gerektiren Futbol Federasyonu'nun ise mali açıdan pek de tatmin edici bir görünüm arz ettiği söylenemez. Her şeyden önce web sayfasından anladığımız kadarıyla kurumun kamuya açıklanmış ne bir faaliyet raporu ne de mali tabloları bulunmaktadır. Bu nedenle, elde edilen kaynaklar ve bu kaynakların nasıl kullanıldığı konusunda kamuoyu pek bilgi sahibi değildir. Medyadan öğrendiğimiz kadarıyla dünya şampiyonasında başarı kazanmış futbolculara birer jeep hediye edilmesi ve başkanın danışmanına aylık 17 bin TL maaş verilmekte olması kaynak israfı konusunda bize bazı ipuçları vermektedir.

Aşırı kaynak kullanımına bir başka örnek kalkınma aşamasını geride bırakmış olan ülkemizde kurulan kalkınma ajanslarıdır. Örneğin sadece 2010 yılında kalkınma ajanslarına devlet bütçesinden aktarılan paranın miktarı yaklaşık 450 milyon TL'dir. Bu rakama mahalli idareler bütçesinden yapılan aktarmalar dâhil değildir. AB fonlarından söz konusu ajanslara ne kadar para aktarıldığı ise tam olarak bilinmemektedir. Bu ajansların çoğunun açıkça tanımlanabilir misyon ve vizyonu bulunmadığı ve görevlerinin aynısının taşrada bulunan kamu idarelerince yapıldığı göz önüne alındığında kaynak israfının boyutu tahmin edilemez boyutlara varmaktadır.

Normalde devletin teftiş mekanizmalarına tabi olmayan özerk kurumların hesap verebilirliği büyük ölçüde kendi inisiyatiflerine bırakılmaktadır. Teftişe tabi tutulmaları ya bir şikâyet üzerine ya da bir skandalın patlak vermesi üzerine adli mercilerce yapılan incelemeler sonucunda mümkün olmaktadır.

Kendi içlerinde yanlış uygulamaların düzeltildiğini görmek yerine adli mercilerin söz konusu yerlere girdiğinin görülmesinin aslında toplum tarafından istenen bir şey olduğunu söylemek güç görünmektedir. Adli mercilerce yapılan müdahale sonucunda değil kendi inisiyatifleri yoluyla yanlış uygulamaların düzeltilip kurumların prestij sağladığını görmenin toplumda daha hoş karşılanacağı düşünülmektedir. Ancak yanlış uygulamalar öyle bir noktaya gelmektedir ki adli mercilerin müdahalesinden başka yol kalmamaktadır.

Sonuç

Dünya baş döndürücü bir hızla değişiyor, yönetim anlayışları daha ciddi şekilde sürekli sorgulanıyor, belirsizlik ortamında adalet ve demokrasiye dayalı olmayan hiçbir otorite ayakta kalamıyor. Otoriteler yaptıkları işin veya sahip oldukları otoritenin çok önemli olduğu şeklindeki söylemleriyle bireyleri ikna edememektedirler. Toplum hesap verebilirlik ve şeffaflık beklemektedir.

Bu süreçte ülkemiz açısından dileğimiz adli mercilerin müdahalesine gerek gelmeden özellikle özerk kurumların kendilerini yeniden yapılandırılmaları, zayıf ve yanlış unsurlarını düzeltmeleri ve daha şeffaf bir yapıya bürünüp daha hesap verebilir bir yapıya gelerek toplum nezdinde prestijlerini yükseltmeleridir. Bunun da yolu kurumsal taassuptan kurtulup etik ilkelere ve rasyonelliğe daha fazla değer veren bir yönetim anlayışından geçmektedir.