Soma’nın öğrettikleri

Kenan SAKALLI - Uşak Üniversitesi Öğretim Görevlisi

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Tarihimizin en büyük facialarından birisini yaşadık Somada. Yüreğimiz darmadağın oldu. Herkes bir şeyler söyledi, eleştirdi, kızdı, tepkiler çığ gibiydi. Ama her şeyi unuttuğumuz gibi 301 vatandaşımızı kaybettiğimiz bu olayı da çabuk unuttuk. Bu tür olaylara farklı bakmaya çalışıyorum artık. Yazıldı çizildi, Almanya’da 50 yıldır ölümlü maden kazası olmamış, İtalya’da da 30 yıldır ölümlü maden kazası yaşanmamış. Peki, neden bizde bu tür olaylar hep büyük facialarla sonuçlanıyor. 17 Aralık depremi, tuzla tersanelerde yaşanan iş kazaları vb. olaylar. Bu olayda gerçek sorumlu kim? Aslında hepimiz sorumluyuz. Kaza günü aklıma ilk gelen “Bir musibet bin nasihatten etkilidir” atasözümüz oldu. Eğitimlerde de dilime pelesenk olan bu söz her şeyi tanımlıyor ve özetliyor. Nedendir bilinmez hep yaşanmış deneyimlerle öğrenip gelişiyoruz. 

20 yılı aşkın sürede on binlerce insanımıza eğitimler verdik. Eğitim sürecinde eğitime katılanlar açısından baktığımızda; katılımcıların bir bölümü gerçekten bir şeyler öğrenme arzusu ile eğitimde yer alırken, bir bölümü de benim ne işim var bu nereden çıktı ne zaman bitecek gibi bir ruh haliyle eğitimi tamamlıyor. Öte taraftan kurumlar ISO evrakları için ya da yasal zorunluluktan dolayı eğitim formlarını doldurmak zorunda olduklarını biliyor ve ona göre davranıyor. (Niyet ve inanç)

Soma olaylarının olduğu hafta bir kahvehanede çay içiyoruz. Kahvehanenin sahibi bağırıyor kim sorumlu kim hesabını verecek bu 300 kişinin diye. İşletme sahibini çağırdım ve dedim ki “ sanırım çay ocağın doğal gazla çalışıyor, eğer problem olsa ne yapacağını biliyor musun? Tabi ki cevap yok. Sonra tekrar geldi ve “Hocam haklıydın, sana önemli bir şey anlatacağım. Bizden yasal olarak zorunluluk getirilen hijyen eğitim sertifikası istediler. Meslek odamız bununla ilgili çalışma yapmış eğitime ve sınava çağırdılar. Eğitimin ne işe yarayacağını düşünerek eğitimimizi tamamladık, çok gereksiz geldi o sıra, sonrasından sınava aldılar. 

Sorular geldi, sorulara baktım sorular bana… görevliye sorduk nasıl cevaplayacağız bu soruları? Yanınızdaki arkadaşınızla konuşun ne biliyorsanız yapın… (Eğitim kültürü) 
Bir arkadaşımın babası 1960’larda Almanya’ya çalışmaya gittiğinde yaşadığı bir olayı anlatmıştı. Werzalit fabrikasında çalışmaya başlamış. Bir gün elektrikler kesilir ve çalışmaya ara verilir, kantine giderler. “Hans elektrikler gitti. Ne güzel bugün yorulmayacağız, inşallah elektrikler uzun süre gelmez bizde çalışmayız” demiş Mahmut amca.

Hans kızarak “hayır o ne demek, bu fabrika çalışırsa ve iyi üretim yaparsa biz maaşımızı alabiliriz, ülkemize yatırım yapılır…” der, Mahmut amca utanır. Bir gün İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy Avrupa’ya gitmiş. Şairimiz bir süre sonra geri dönünce meraklı bir kesimden gelen ‘Efendim, nasıldı?’ gibi klasik bir soru ile karşılaşınca gelen cevap da düşündürücü ve manidar olmuş. “Dinleri işimiz gibi, işleri dinimiz gibi…” Her birey kendi yaptığı işe inanmalı ve denetlemelidir. Asıl kalite bu şeklide ortaya çıkabilir. 

Çalışanların yaptıkları işleri kendilerinin denetlemesine fırsat vermek hem bireysel gelişim açısından hem de öz güven açısından doğru bir yaklaşım olacaktır. (Kalite kültürü) 
Bir PVC üretim tesisi sahibiyle konuşuyoruz. 15. katta pencere montajı yapan elemanı için işini nasıl yaptığını anlatıyor. “çalışan pencerenin dış eşiğine oturuyor, ayaklarını pencerenin ortasındaki plastik aksama dolayarak güvenlik emniyetini alıyor !!! ve silikon tabancası ile boşluklara köpük sıkıyor” Bu olayı gülerek anlatıyor işletme sahibi. Ne çalışan için nede işletme sahibi için canın önemi var. Biz bu ülkede tesadüfen yaşarken, gelişmiş ülkelerdekiler tesadüfen ölüyorlar. (Kurum kültürü- Kader kültürü)
İkinci dünya savaşından sonra Amerika’nın bize gönderdiği süt tozu, Amerikan kaput bezleri için bayram ederken, Japonların Amerikalıların bile fark edemediği W. Edwards Deming’i kabul ederek toplam kalite felsefesini onun sayesinde kültüre dönüştürmelerini tüm dünyanın izlediği gibi bizlerde hayranlıkla izliyoruz. 1950’de Japonya’da kriz ve dönüşüm yaşandı. Her şeyinizi kaybetmediyseniz henüz yeni şeylere almaya hazır değilsinizdir. Belki de bizler henüz ülke olarak veya kurumlar olarak her şeyimizi kaybetmedik. Bu nedenle değişimi veya dönüşümü önemsemiyoruz. ( Kalite kültürü)

Bu örneklerdeki gibi hepimizin gördüğü yaşadığı bir çok benzer olayı burada yazabiliriz. Soma’da neleri tartıştık; Taşeron sistemi, elektrik trafosu, için için yanan kömürü, maskesini kullanamayan madencileri, paslanmış gaz maskelerini, yaşam odalarını, denetim yapanları, karbonmonoksit miktarını… Olay gerçekleşmiş sonuç facia. Şimdi ise gerçekleri görme ve gerçeklerle yüzleşme zamanı. Sonuçları sorun olarak görmek yerine, sonuçları ortaya çıkaran nedenlere odaklanmalıyız. İşletme sahibi, çalışanlar, meslek örgütleri, devlet, üniversiteler toplumun her kesiminde kültürel bir değişime ihtiyacımız var. Sonuçları değiştirmek istiyorsak hepimiz tüm kurumlarımızla değişmek zorundayız. Aynı yöntemleri uygulayarak farklı sonuçlar elde edemiyoruz. Bu yapıyı değiştirmek amacıyla harekete geçmezsek bu facia ne ilk nede son olacak.

Sanırım Cem Yılmaz’ın çok iyi yakaladığı “Eğitim şart” sözünü hepimiz kendi dünyamızda sloganlaştırmalıyız. Eğitim en baştan doğru şekilde verilmelidir. Bugün faaliyetin başında kalite felsefesiyle başlamak ve bireysel ve kurumsal yönetim felsefemizi değiştirmeniz gerekiyor. Başarı için en önce bu değişikliğin yapılması kaçınılmaz bir gerekçe. Eğer kendimizi bugün değiştirmeyecek ve geliştirmeyeceksek, bu ne zaman olacak? Düşünce biçimimizi değiştirmedikçe, gerçek problemlerin ne olduğunu bilmemizin başka bir yolu yoktur. Bu ülkede herkesin bildiği en iyi şey eleştirmek, ama kendi kapasitesine, birikimine, işine bakmadan ve acımasızca bu eleştirileri yapmak. Kurumların eğitimlerinin yıllık adam/saat oranlarına baktığınızda üzülmemek elde değil. Kesinlikle eğitim şart bu ülkede, kişisel ve kurumsal yapımızda kalite odaklı bir yeni kültürel devrime dönüştürecek yeni bir model. Evet asıl sorun burada nasıl bir eğitim…