Son gelişmeler bir rekabet fırsatına nasıl dönüşür?

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

A. Levent ALKAN / Araştırmacı-Yazar

Tezgahüstü piyasalarda kontrolden çıkmış türev ürünler, asil-vekil ikilemiyle yönetilen dev şirketlerin kabarmış risk iştahlarına karşın; inatla, bunları denetimsiz bırakmayı tercih eden bir sistemdir, küresel sistemik krizi ortaya çıkartan. Kriz, gelişmiş ülkelerin piyasalarının işleyişini, bankacılık sisteminin çalışma prensiplerini, denetimlerini, düzenlemelerini sorgu altına almıştı. Yaşanan, bir likidite şoku ve güven bunalımıydı. Tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan sorusunun; o bulunmaz yanıtına benzer, bir kısır döngü yaşanıyordur. Likidite mi güven bunalımını yarattı, güven bunalımı mı likiditeyi bilemesek de; bunlar, birbirine anahtarla kilit gibi kenetlenmiş, iç içe olmuşlardır. Kriz sonrasnda, portföy yatırımları için çirkinleşmiş bir gelişmiş piyasa gerçeği vardır ortada. Gelişmekte olan piyasalar, farenin deve sürüsünü çektiği gibi, küresel serbest sermaye yatırımlarını şimdilerde ülkelerine hızla çekmektedirler. Peki nedir, bu fareyle deve sürüsünün hikayesi.

Fare ile deve sürüsünün hikayesi

Deve sürüsünün yanına sokulan fare, her nasılsa, öndeki devenin yularını kavrar ve kendine doğru çeker. Çektikçe o koca deve, öndeki deve geldikçe de diğer develer peşinden gelmektedir. Develeri istediği yöne sürükleyen minik farenin benliğini, bir anda "kibir" çepeçevre sarmıştır. Koltukları kabarıp kendinden geçmiş deve sürüsünün önünde yürüyen fareyi, kediler hayretle izleseler de, sürünün ardından gelmeyi ihmal etmezler. Önde fare, arkada deve sürüsü ve bunları yakından takip eden kediler; bir süre yol alırlar. Nihayet azgın bir nehir çıkar karşılarına. İşte o zaman farenin takkesi düşer, keli görünür. Suyun kenarına geldiklerinde; döner develere, "aman yaman ben bu suyu geçemem" der. Deve der, gel bakalım sakin, sığ bir yer bulalım bu akarsu kıyısında. Bir yer bulurlar ve ordan girer deve suya. Su, bacaklarını ancak kaplamaktadır. Deve, "bak böyle geçersin sen de" der fareye. Fare, sürünün ardında gelen kedi ve su arasında kalmıştır; başlar ağlamaya: "Bu su beni yüz kez boylar develer, ben buracıkta boğulur giderim. Ben sizlere çok büyüklendim, kibirlilik ettim, ne olur beni bağışlayın. Ben özeleştiri fukarası, haddini bilmez farenin tekiyim. Ben kim, size çobanlık etmek kim" der. Deve yumaşak huylu, haddini bilen ve uyumlu bir hayvandır; bağışlar fareyi. Çömelir yere, bak şurada hörgücüm var, çık bunun üzerine ve sıkı tutun. Fare devenin hörgücünde suyu geçer . Tüm deve sürüsü nehri geçerse de, kediler suyun öbür yakasında kalırlar. İşte o gün bugün, fareler gözlerden ve gönüllerden ıraklarda yaşamayı tercih ederler. Bundan gelişen ülkeler nasıl bir ders çıkarmalıdır?

Gelişmekte olan ülkeler küresel dış ticaretin yeni limanları, küresel portföy yatırımlarının yeni adresleri, kalbi teklemiş gelişen ülke sanayilerinde üretimlerin atıl kapasitelerine sunulmuş birer nefes suni teneffüstürler. Hepsi o kadar. Aslında gelişmekte olan ülkelerin yaşadıkları, deve sürüsüne karşı farenin kibrinden öte birşey değildir. Bu kibir, fare örneğinde bir su kıyısında biter; gelişmekte olan ülke örneğindeyse, bir "ani duruş" (kriz) noktasında biter. (Ozkan, Unsal, Filiz; External Finance, Sudden Stops, and Financial Crisis: What is Different This Time?; July 1, 2010; IMF working papers). Gelelim Türkiye örneğine: Bizdeki hikaye; küresel sıcak paraya, dış açığa, açırı değerli TL'ye dayalı büyüyen ekonominin "ani duruş" riskidir.

İthalatın sönmez ateşi

Artan talep altında değişmeyen gerçeklerimiz olmuş kırılganlıklarımız vardır. Küresel borçlanma koşullarındaki iyileşmeler ve gelişmekte olan ülkeleri şımartan portföy yatırımları çoşkusu vardır. Bu ülkelerin kriz sonrasındaki; bankacılık sektörü, tezgahüstü türevleri ile sermaye piyasaları gibi, ekonomi için vazgeçilmez nitelikli temel organları dimdik ayaktadır. Bir gelişen ülke olarak, bizdeki durumda aynısıdır. Hızlı büyüyoruz ancak, enerjideki yapısal kırılganlığımız, hızlı büyüdüğümüz yılların vazgeçilmez karın ağrısı olmayı sürdürüyor.

2009 yılının baz etkisini, özel sektör tüketim ve yatırım ivmesiyle birleştiriyoruz. Böylece Çin'in ardından en hızlı büyüyen Türkiye ekonomisini inşaa ediyoruz. Tahmini tüketim öngörülerindeki hampetrol ithalat hacmi, 2009 ile karşılaştırıldığında güçlü bir sıçramaya işaret ediyor. Sekiz aylık gerçekleşmeler de bunu doğruluyor. Artış, 2010 tahmini sonuçlarında yıldan yıla %80, makroekonomik bozulmanın piyasalara ulaştığı Minsky anının (Ağustos 2007) yıl sonu olan 2007'ye kıyasla da %8,9 tüketim artışı anlamına geliyor.

Hampetrol İthalatı ve Doğalgaz Tüketimi

 Ham

petrol

ithalatı

(milyon ton) %

Değişim Doğalgaz Tüketim (milyar m3) %

Değişim Ham

petrol

($/Varil) Ham

petrol

ithalatı

(milyar $)

2007 23.4  35.4  72.3 9.7

2008 21.7 -7.3 36.9 4.1 99.6 12.4

2009 14.2 -34.7 35.1 -4.8 61.9 5.0

2010t  25.5 80.0 37.0 5.4 77.7 11.3

      1 ton = 5.709718 varil

Tofaş oto fabrikanın İtalyan Fiat ile arasındaki "ya al ya öde" anlaşmasının benzeri; hükümetle ihracatçı ülkeler arasında geçiyor. Doğalgazda ihracatçı ülkelerle aramızdaki bu tüketim taahhüdü, talebin en düşük seviyesini baz alarak şekillenmiş. Nitekim 2010 yılının Ocak-Ağustos dönemindeki doğalgaz tüketimi, bu yılın toplamında satın almayı öngördüğümüz miktarın 2mia USD altında kalmış. Yılın geri kalanı boyunca, 2mia tutarındaki gazı ya ihracatçı ülkeden satın alacağız ya da (hiç kullanmamış olsak bile) bu tutarı ödeyeceğiz. İtalyan Fiat Bursa Tofaş'la neden, "ya al ya öde" anlaşmasını tercih ediyor dersiniz? Çünkü Avrupa'da işçilik maliyetleri çok hızlı yükseliş kaydediyor. Onlar da doğu Avrupayı tercih ediyorlar. Bu noktada Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve, Türkiye öne çıkıyor. Avrupalı otomotivcilerin çelişkilerini 5-10 yıllık zaman dilimi gibi tahmin edilebilir dönem içinde rahatlıkla görebiliyoruz. Sektör sendikalarının baskısı, artan işçilik maliyetleri, tüketicinin kaliteyi ucuza elde etme eğilimi ile bir teknede yoğrulduğunda; hamur tutmuyor. İşçilik maliyetlerinin Türkiye'de çok daha ucuz olması nedeniyle, tercih edilen ülke olabiliyor.

Bizim enerjide dışa bağımlılığımız da benzer noktada kilitleniyor. Özelleştirme olmalıdır ancak; hiçbir piyasanın da, "köpeksiz köy bulup, değneksiz gezenlerin" elinde oyuncak olmasına izin verilemez. Enerji piyasası, Atatürk'ün "kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz; bununla beraber, hiçbir piyasa da başıboş değildir." sözlerinin izinden giderse düzene girebilir ancak. Şekillendirmeler, enerji sektöründe iki temel yapılanma etrafında oluyor.

a.Yapısal: Doğalgaz çevrim santralleri için, nükleer ve hidro elektrik santrallerin yetersizliği, köpeksiz köydür. Çünkü Türkiye hızlı büyümektedir ve baraya sürekli enerji sunabilen santralleri yetersizdir.

1.Sürekli enerji sağlayan ucuz, dışa bağımlılığı en az düzeye indiren çözümlere ihtiyaç duyulmaktadır. Nükleer, hidroelektrik, doğalgaz çevrim santralleri sürekli enerji kaynaklarıdır. Rüzgar, güneş enerji santralleriyse, süreksiz enerji kaynaklarıdır.

2.Sürekli bir enerji kaynağı olmasalar da, toplam enerji talebinin kontrol altında tutulmasına katkı sunabilen yatırımlardır.

b.Yasal 

1.Elektrik, doğalgaz, petrol, LPG piyasası yönetmelikleri oturtulmalıdır.

2.Vergi dışında kalan petrol ithalatları ile enerji tüketimindeki yüksek kayıp-kaçak oranı, sektörün acil çözüm bekleyen en temel sorunlarıdır.

Son gelişmeleri fırsata dönüştürmek, "burnumuzun yelinde harman savurmak" tan vazgeçdiğimizde olabilecektir. Küresel ekonomideki rekabeti yakalamak, sadece bizim büyümemizle olabilecek  birşey değildir. Diğer ülkelerin dururken; bizim kesintisiz, sorunsuz büyümeyi sürdürdüğümüz koşullarda mümkün olabilecektir ancak. Biz belki de, deve gibi fareyi sırtında taşıyıp suyu geçiren bir merhametliyle de karşılaşamayacak, kedilere yem olacağız. Ne dersiniz?