Türk- Arap ilişkileri

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Dr. Mustafa AŞULA / Em. Büyükelçi

Türk-Arap ilişkilerinin bugünü ile, dününü biribirinden ayırmak gerekir.

Memaliki Osmaniye'de ( Osmanlı memleketlerinde, mülkünde) Türkler yöneten ve Araplar da yönetilen unsurlar olmuşlardır. Asırlarca devam eden bu paradigma filhakika zaman içinde ve ülkeden ülkeye farklılıklar göstermiştir. Örneğin, Libya'da Türk yönetimi gevşek bir yönetim olarak, yaklaşık 350 sene sürmüş, Bab-ı Aliyi ( İstanbul ) temsil eden valinin gözetiminde yerli halk, hemen her alanda serbest hareket etmiş, hatta halk yönetimi, bölgede İslamı dışa karşı koruyan ve geliştiren bir güç olarak görmüştür. Başlıca bu nedenle, Libya'da Türk idaresi halen bile, değil iğbirar, aksine bağlılık (merbutiyet ) ve itibar duygularıyle anılmaktadır.

Bununla beraber, Mısır'da yönetim otonomiye kadar giderek, bir zaman İstanbul'dan epeyce uzaklaşmıştır.

Lübnan ve Suriye'de ise durum farklı olmuştur. Yönetim, merkeziyetçi gücünü ayan beyan hissettirmiş ve halkta, reform taleplerini ve hatta ayrılık istemlerini sık sık ve bazı fiillerle dillendirmiştir. O kadar ki, gün gelmiş, yerel yönetimler, hemen tüm sorunlarını; siyasette, ekonomide, ilimde fende ve sanattaki nisbi dezavantajlı konumlarını geçmiş Osmanlı idaresiyle izah eder olmuşlardır. Eğitime de yansıyan bu anlayış, nesilleri de etkisi altına almış ve uzun süre modern Türkiye Cumhuriyeti bile geçmiş Osmanlı yönetiminden  sorumlu tutulmuştur. Cumhuriyetin, zihinlere kazınmış bu ön yargıları, kısmen de olsa, bertaraf edebilmesi yıllar almıştır.

Yetmişli yılların ortalarına geldiğimizde, tüm dünyada olduğu gibi, bölgemizde de uluslararası ilişkilerin parametreleri tümüyle değişmiştir. Birleşmiş Milletler Şartı'nın öngördüğü şekilde, devletlerarası ilişkilerde, egemen eşitlik , içişlere müdahele edilmemesi ve uluslararası işbirliği ve karşılıklı anlayış temel öge haline gelmiştir. Türk-Arap ilişkileri de tabiatiyle bu ölçütün kapsamı içine girmiştir.

Bunda bizim açımızdan herhangi bir zorluk olmamıştır. Zira, Cumhuriyetle edindiğimiz eğitim, herşeyden evvel düşüncelerimizde geçmişin kalıntılarını silip atmış, bireyleri ve toplumu, karşılıklı çıkar dengelerini koruyan, hoşgörülü ve Dünya ile standardlarda bütünleşen bir halita haline getirmiştir. Netekim, bırakalım Birinci Dünya Harbi sırasında Arapların Osmanlıya karşı arka planda sergiledikleri sadakati(!), günümüzdeki terör belasının nüvesini hazırlayan ilk oluşumların Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarında eğitim gördüklerini bile bugün hatırlayanlarımız çok değildir.

Sonuç itibariyle, bunca geçmişi olan Türk-Arap ilişkilerine artık böylesi bir optikten bakıyoruz. Hele merhum Cumhurbaşkanı, zamanın Başbakanı Turgut Özal döneminde, bu ülke ve yörelerde, siyasi farklılıklardan çok, iş ve ticareti ön plana çıkarmış olmamız bizim ön yargılardan uzaklaşmaya ne kadar hazır olduğumuzu da fazlasiyle kanıtlamıştır.

Bu defa kanımca iş, gelişmekte olan Arap ülkelerindeki yeni nesillere düşmektedir. Bu kesim, iktisadiyatla birlikte, pozitif ve hür düşünceli eğitime, karşılıklı anlayış ve hoşgörüye yer verdiği ve bunu özümsediği sürece, Türk- Arap ilişkilerine daha çok hizmet edecektir. Yoksa, Mehmet Akif'in ta 1913'lerde, o günün konjontürüne hizmet için ifade ettiği, ' Türk Arapsız olamaz, olabilir diyen varsa delidir ' türünden söylemlerle, bunca inişli çıkışlı ilişkileri geleceğe taşımak kolay olmaz.