Yükselen Çin Japonya'nın yerini alırken
Orhan AKIŞIK
Son yirmi yıllık dönemde dünya ekonomisi ve siyasetinde belirleyici ülkelerden biri hiç kuşkusuz Çin. Özellikle, dünya ekonomilerinin krize girdiği 2007'nin sonundan itibaren Çin'in küresel sorunlara ilişkin çözüm arayışlarında ağırlığını giderek arttırdığı görülüyor. Bu konuda yeterince örnek mevcut. Krizin etkisinin iyiden iyiye hissedildiği 2009'un başında IMF'ye yaptığı 50 milyar dolarlık kaynak aktarımı, Rus petrol şirketlerine açtığı milyarlarca dolarlık krediler, Latin Amerika ve Asya ülkelerine yaptığı yardımlar ve Amerikan dolarının yerini alacak yeni bir rezerv paraya ihtiyaç olduğu konusunda ortaya attığı düşünce akla ilk gelenler arasında.
Çin'in artan bu gücünün arkasında yer alan olgu ise, son yirmi yıllık sürede gerçekleştirdiği büyük ekonomik başarı. Söz konusu dönemde hemen her yıl iki haneli büyüme hızları gerçekleştiren Çin, bu yılın ikinci çeyreğinde Japonya'yı geride bırakarak, dünyanın ikinci büyük ekonomisi olma yolunda hızla ilerlediğini gösterdi. Çok değil, bundan üç yıl kadar önce dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olma ünvanını Almanya'nın elinden alan Çin, bu yılın sonu itibariyle büyük bir olasılıkla ikincilik koltuğuna oturacak. Ancak, bunun sürpriz bir tarafı da yok. Çünkü 1990'lardan bu yana Japon ekonomisi yerinde sayarken, Çin olağanüstü büyüme hızlarıyla gelişmesini halen sürdürüyor. Tahminler, şu anda ABD ekonomisinin üçte biri büyüklüğünde olan bu ülkenin, 2030'a doğru dünyanın en büyük ekonomisi olacağı yönünde.
Fakat, ekonomik büyüme tek başına bir ülkenin gelişmiş ülkeler arasında yer alması için yeterli değil. Zira bir ülkenin gelişmişlik derecesi aralarında büyümenin de yer aldığı sosyal ve hukuksal birçok faktöre bağlı. Her şeyden önce, Çin gibi yüksek nüfusa sahip bir ülkede refahı yaygınlaştırmak için kişi başına gelirin artması gerekiyor. Bu bağlamda, Çin GSYİH'nin büyüklüğü cinsinden Japonya'nın önüne geçerek ikinci büyük ekonomi unvanını alacak olsa da, yaklaşık 4 bin dolar düzeyindeki kişi başına gelirle gelişmişlik açısından daha uzun bir süre Japonya'nın gerisinde kalacağı aşikar.
Belli başlı makroekonomik göstergeler yönünden, gelişmiş ülkelerle benzerlik taşıyan gelişmekte olan ülkeler arasındaki farkın zaman içinde kapanacağı iktisat literatüründe uzun yıllardan beri tartışılan bir teori. Zengin fakir arasındaki uçurumun ortadan kalkması ve dünya ekonomilerinin hemen hemen aynı gelişmişlik düzeyinde buluşacaklarını müjdeleyen bu teori, pratikte gerçekleşebilir mi? Bu konuda bir genelleme yapmak zor olsa da, yüksek tasarruf oranları, yabancı sermaye yatırımlarının beraberinde getirdiği yeni teknolojiler ve çağdaş yönetim anlayışı ve her geçen gün işgücü ordusuna katılan yetişmiş insan gücü ile Çin, bu hedefin uzağında görünmüyor.
Ekonomik alandaki başarı ve istikrarlı büyüme politik alanda da yansımalarını buluyor. Bu bağlamda, önceki yıllarda uygulamaya konulan Çin karşıtı bazı politikaların da önemini kaybettiğini görüyoruz. Dalai Lama'nın 2009'da Fransa'ya davet edilişini protesto ederek, AB zirvesine katılmaktan vazgeçen Çin yönetiminin tepkisi karşısında Fransa'nın geri adım atması ve Çin'in Tibet üzerindeki hükümranlık haklarına saygı gösterilmesi gerektiği yönündeki açıklaması hatırlanacaktır. Bu konuda, ABD'nin de Fransa'dan farklı bir tutum izlediği söylenemez. Yüksek cari işlem ve dış ticaret açıklarını finanse etmek için Çin'e muhtaç ABD, bu ülkedeki insan hakları ihlallerini geçmişte olduğu gibi yüksek sesle gündeme getirmekten kaçınıyor.
Çin'in olağanüstü bu başarısının altında yatan en önemli olgu ise, başlangıcı 1978'e kadar giden Başkan Deng Xiaoping'in liderliğinde uygulamaya konulan devlet kapitalizmi. Model devletin öncülüğü ve düzenleyiciliğinde serbest piyasa kurallarına göre ekonomiye yön verilmesi düşüncesine dayanıyor. İhracata dayalı ekonomik büyüme modelinin başarısının en önemli kanıtı Çin'in, Almanya'nın önüne geçerek dünyanın en büyük ihracatçısı olması. Çin uluslararası pazarlara yönelik ihracat için bir üs olmanın dışında devasa boyutlardaki iç pazarıyla da gelecekte küresel ekonominin istikrarı açısından ileriye dönük umutların güçlenmesine katkıda bulunuyor. Geçen nisan ayında zirveye ulaşan aylık otomobil satışlarıyla Çin, dünyanın en büyük araba piyasasına sahip olduğunu ortaya koydu.
Ekonomik krizin dünyayı etkisi altına aldığı 2008 yılının sonlarına doğru, CNN'in politika analisti Fareed Zakaria'ya verdigi mülakatta Çin Başbakanı Wen Jiabao, ülkesinin ekonomi politikasının devletin makroekonomik politikaları düzenleyici rolü altında kaynakların dağılımının piyasa güçlerine bırakılması, bir başka deyişle hem görünmez hem de görünür elin piyasayı düzenlemesi esasına dayandığını açıklamıştı. Esasen, ekonomik krizle birlikte ABD'nin de aralarında yer aldığı birçok ülkede önem kazanan bu model, ihracata dayalı ekonomileriyle yüksek büyüme hızları gerçekleştiren tüm Uzakdoğu ülkelerinde uzun yıllardan beri uygulanmakta.
İhracata dayalı ekonomik büyüme modeli geçen yirmi yılda ülkenin hızlı kalkınmasına yol açsa da, dışta meydana gelen olumsuz gelişmelerden dolayı ekonominin kırılganlığını arttırdığı da bir gerçek. Son ekonomik krizde bu görüldü. Krizle birlikte azalan talep ihracatın azalmasına ve sonuçta ekonomik büyümenin az da olsa hız kesmesine yol açtı. Bundan dolayıdır ki, muazzam nüfusa dayalı iç pazarın güçlenmesi, gerek gelecekte meydana gelecek krizlerden fazla etkilenilmemesi gerekse de ekonomik büyümenin sürekliliği için zorunlu görünüyor.