Zamanıdır yeni bir dile bağlanmanın

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Hatırladığım bir cümlesi beni yeniden Eduardo Galeona'ya döndürdü: "Neşe kederden daha çok cesaret istiyor…" Çıktığım Doğu yolculuğundan dönerken kavuştuğum "Aşkın Ve Savaşın Gündüz ve Geceleri"(*) elimden düşmedi günlerdir.

Bir zamanlar Batı'ya yaptığım yolculuklar beni yüzleşmelere /sorgulamalara götürürdü. Şimdi ise, ne zaman yüzümü Doğu'ya dönsem aynı, hatta daha da ilerisinde duygularla kuşanıp yüzleştiğimi gözlüyorum.

Kendi ülkeni, yaşadığım coğrafyayı tanıma düşüncesinin getirdiği bir yüzleşme değil bu. Dünyada olup bitenlerle kendi ülkeni kıyaslayıp, hatta açıklama durumu da diyebilirim buna. Çağının çağdaşı olan usta gazeteci, yazar Galeano, kendini yeryüzü sürgünü yaptığı zamandan beri, ülkesi Uruguay'dan uzaklaştıkça oraya dönmüştür hep yazarak. Karşılaştıkları, yüzleştikleri kendini yaşadığı zamanın tarihinin bir parçası olarak görmüş; ülkesinin zamanlarına dönerken, başka dillerin/gerçeklerin/yerlerin de tarihiyle ilgilenmiştir.

Doğrusu, onunkisi ilgi ötesi bir durumdur. Ondaki bu aşılama/gösterme bilinci beni hep kendi kıyısına çekmiştir.

Dünyanın iki yakasında gidip gelirken daha çok insanı/toplumu anlamaya dönmüşümdür yüzümü. Ama tarih bilinci olmadan, yer/kültür/insan bilgisi olmadan, bunlara da vicdan duygusunu katmadan asla çağının çağdaşı olunamayacağını da belletmiştir bize Galeano.

Kalkıp Doğu'ya gittim. Bir fantezi ya da can siyencinin getirdiği ruh ağrılarının çekeleyip götürdüğü bir yolculuk değildi bu. Dediğim gibi, gitmeyi seçerken yüzleşmeleri de göze almak, görülenlerle yaşananları buluşturup yeni bir dil kurmaktı derdim. O dilin içinden yaşadığımız günlere, acılara, sızılara, neşe ve kederlere, aşk ve unutuşlara bakmaktı düşüncem. Ki, öyle de oldu. Yazadurduğum bir romanın anlatı sesini yakalamak için "çocukluk cennetim"in yıkıntılara dönüşen sokaklarında gezinip durdum saatlerce. Kokulara, renklere, seslere, mekânların belleğimdeki izlerine döndüm sıklıkla.

Zamanın da burada eskidiğini gördüm. Gogol'ün anlattığı o güzelim "eski zaman beyleri" anlatısının satırlarında gezindi ruhum. Bu kentin, sözüm ona, "yeni zaman"ının beylerinin iğreti hayatlarını/varlıklarını dinledim "Arap Terzi"den. Gidip namlı kabadayımız "Bacak Oktay"ı buldum. Ondaki zarafete, inceliğe, insana şapka çıkartacak misafirperverliğine bakınca gözlerim yaşardı gerçekten.

Eski zamanları konuştuk yeni zamanı anlamak için ne çok ihtiyacımızın olduğunu dillendirdik kentin kadim insanları Arif Recai Uzunlar ve Ziya Mengenecioğlu'yla buluştuğumuz bir yemekte. Onlar ki, artık bu kenti bekleyenler hanesine yazılmıştı. Taşınamayan bir zamanın kederini ve neşesini anlatıyordular kendi zamanımıza.

Bizi buluşturan, bizi kucaklayanın ne olduğunu düşündüm onların yanından ayrılıp "Arap Terzi"ye giderken. Sahibini bekleyen bir kente dönüşen Erzurum'u adımlarken, konuşurken Galeano çıkıyordu karşıma nedense. Latin Amerika'nın Kesik Damarları"nı ona yazdıran duyguyu/düşünceyi hatırlamıştım bir anda. Amazon Ormanlarının yıkımını gören gözleri dil ağrılarını çoğaltır, o coğrafyada açılan gediklerin ne anlama geldiğine dönük bir dil yolculuğuna çıkarır onu.

Doğrusu, benim bu yolcuğumda da gözlediğim bir kentin tarumar edilmesi hangi düşün/bakışın bir sonucu olduğunu anlatmıştı bana. Neşenin ve kederin ayrı dillerini anlamaya çalışırken, görmenin dilinin de bizleri hangi vicdan duygusuyla kuşatması gerektiğini bir ağrı olarak algıladım demeliyim. Belki de, Galeano'yla yeni bir yolculuğa çıkma isteğim de daha çok bundandır sevgili okurum.

Evet, sözünü ettiğim yazıladuran romanım da bu ağrıları bana nasıl anlatmam gerektiğini bir kez daha hatırlattı. Yeni bir dile dönerek yüzünüzü kendi zamanınızı

yaratmanın, bir yere bakma/bir yeri anlama düşüncesinin çok çok uzağında olmadığını da gösterdi demeliyim..

(*) Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, Eduardo Galeano; Çev.: Gülin Dalaman, 1986, Alan Yay., 206 s.