Güney Kore mucizesini nasıl yarattı? (II)

Hakan GÜLDAĞ
Hakan GÜLDAĞ hakan.guldag@dunya.com

Öncelikle özür dilerim... 
Kısa bir süre de olsa Editörden köşesine ara verdim...
“Nedeni; bir süredir gazeteniz DÜNYA’nın yenilenmesi konusunda hummalı bir çalışma içinde bulunmamız...
İlk duyurularımızı yaptık...
Nouriel Roubini, Joseph Stiglitz, Martin Feldstein ve Kenneth Rogoff gibi dünya ekonomistleri...
Kemal Derviş, Güven Sak, Osman Ulagay ve Tamer Müftüoğlu gibi Türkiye’nin uluslararası çapta değerleri...
Ekim ayından başlayarak ülkenin en dinamik en girişimci kesimleri olan okurlarımız için yazacak...
Ve üç çok değerli isim; Nazım Ekren, Durmuş Yılmaz ve Ege Cansen, kendileriyle yapacağımız söyleşiler aracılığıyla birikimlerini düzenli olarak sizlerle paylaşacak...

---

Bize müthiş bir heyecan ve gurur veren, okurlarımız için çok ama çok faydalı olacağına inandığımız, Yönetim Kurulu Başkanımız Didem Demirkent’in ifadesiyle ‘yeni’ DÜNYA konusunda daha size anlatacağım çok şey var...
Bütün gelişmeleri, yeni bölümleri, yeni sayfaları, yeni tasarımımızı ilerleyen günlerde paylaşacağız...
Ama izin verirseniz bugün önce, değişim hazırlıklarımızın heyecanı ve de ne yalan söyleyeyim telaşı içerisinde ihmal ettiğim sözümü tutmak istiyorum...
Son Editörden’in başlığı, “Güney Kore mucizesini nasıl yarattı” idi...
Bu konuyu önemsiyorum ve tartışmamız gerektiğini düşünüyorum, zira Türkiye için çok önemli bir tehlike olarak gördüğüm orta gelir tuzağını son 30 sene içinde aşabilen tek ülke Güney Kore...

---

Üzerinden epey zaman geçti...
Biraz hatırlatayım...
İlk yazıda, Cambridge Üniversitesi öğretim üyesi Ha-Joon Chang’ın Türkçe’ye Sanayileşmenin Gizli Tarihi adıyla çevrilen çalışmasından görüşler aktarmış, sonra da Chang’ın Kore’nin ilerlemesini adeta Haiti’nin İsviçre’ye dönüşmesine benzettikten sonra sorduğu “Bu mucize nasıl mümkün oldu?” sorusuna yer vermiştim...
Sorunun yanıtını ise yeni yazıya bırakmıştık...
İzin verirseniz, kaldığımız yerden devam edelim...

---

“Pek çok iktisatçı için cevap basittir” diyor Chang bu soruya yanıtında, “Kore serbest piyasanın emirlerini izlediği için başarılı olmuştur. Ülke güçlü para, (düşük enflasyon) küçük devlet, özel girişim, serbest ticaret ve yabancı sermayeli yatırımlara dostça yaklaşım ilkelerine sarılmıştır...”
Özetle şunları söylüyor Cambridge’nin Koreli profesörü: Bu görüş neoliberal iktisat olarak biliniyor...
Neoliberal iktisat, 18’inci yüzyıl iktisatçısı Adam Smith ve izleyicilerinin liberal iktisadının güncellenmiş uyarlaması...
Ilk kez 1960’larda ortaya çıktı...
1980’lerden bu yana baskın iktisadi görüş oldu...
Ve o dönemden bu yana, birkaç küçük değişiklik dışında esası, serbestleştirme, özelleştirme ve uluslararası ticaret ve yatırım alanlarındadışa açılmaya dayanan neoliberal gündem aynı kaldı...

---

Bu gündem, Amerika liderliğindeki zengin ülkeler tarafından desteklendi... 
Ve büyük ölçüde yine zenginlerin kontrolü altındaki uluslararası kuruluşlar yani IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü tarafından gelişmekte olan ülkelere aktarıldı...
Ayrıca, zengin ülkeler, gelişmekte olan ülkeleri neoliberal politikaları benimsemeye ikna etmek amacıyla yardım bütçelerini ve kendi iç pazarlarına erişim imkanını bir havuç gibi de kullandılar....
Chang, “Neoliberal yapılanma, Kore’nin 1960’larla 1980’ler arasındaki mucize yıllarında neoliberal bir kalkınma stratejisi izlediğine inanmamızı isteyecektir” diyor ve hemen ardından ekliyor: Ama gerçek durum çok farklıydı...

---

Profesör Chang’a göre, gerçekte Güney Kore’nin bu dönemde yaptığı şey, hükümet tarafından özel sektöre danışılarak seçilen belirli endüstrileri, tarife koruması, sübvansiyonlar ve diğer türde devlet destekleriyle, örneğin devlet ihracat kurumu tarafından sağlanan yurtdışı pazarlama bilgilendirme hizmetleri uluslararası rekabete dayanabilecek ölçüde ‘olgunlaşıncaya’ kadar geliştirmek oldu...
O dönemde Kore’de hükümet, bütün bankaların sahibiydi...
Böylelikle ticaretin can suyu olan krediyi yönlendirebiliyordu...
Ülke, devlet mülkiyeti konusunda ideolojik olmaktan ziyade pragmatik bir tavra sahip olmasına rağmen, kamu iktisadi teşebbüsleri bazı büyük projeleri doğrudan üstlendi. Bunun en iyi örneklerinden biri ise çelik üreticisi POSCO...

---

Eğer özel sermayeli girişimler önemli alanlara yatırım yapmaktan imtina ediyorlarsa hükümet, bu alanlarda KİT kurmaktan çekinmiyordu....
Ve eğer bazı özel sermayeli girişimler kötü yönetiliyorsa, hükümet bunları genellikle önce devralıp yeniden yapılandırıyor ve sonra çoğunlukla yeniden özel sektöre satıyordu. Kore hükümetinin döviz üzerindeki
kontrolü de tamdı...
Güçlükle kazanılmış dövizin hayati önemi haiz makine-teçhizatın ve endüstriyel girdilerin ithalatında kullanılmasını güvenceye alıyordu. Yabancı sermayeli yatırımlardan bazıları belirli sektörlerde içtenlikle karşılandı...
Fakat bazıları da dışlandı...
Bu süreçler, ulusal kalkınma planındaki değişikliklere göre saptanıyor ve belki daha da önemlisi ciddi biçimde kontrol ediliyordu. 
Ayrıca hükümet, yabancı patentlere, tersine mühendisliği cesaretlendiren ve patentli ürünlerde korsanlığa göz yuman umursamaz bir tavırla yaklaşıyordu...

---

İyi güzel de...
Öyleyse Güney Kore’nin bir serbest pazar ekonomisi olduğu izlenimi nereden kaynaklanıyor?
Chang’a göre, bu izlenim ihracattaki başarı aracılığıyla yaratıldı. “Fakat” diyor Profesör Chang, “Japonya ve Çin örneklerinin de gösterdiği gibi ihracat başarısı serbest ticareti gerektirmez...”
Çark basit ama etkiliydi: 
Önceki dönemde tamamen basit kumaşlar ve ucuz elektronik ürünleri gibi şeylerin satışına dayanan Kore ihracatı artık gümrük tarifeleri ve sübvansiyonlar aracılığıyla korunan yeni ve daha karmaşık endüstrilerin
ihtiyaç duyduğu ileri teknolojilerin ve pahalı makinelerin edinilmesindeki dövizin kazanılması için bir araçtı...

---

Tabii, korumalar ve sübvansiyonlar, bu endüstrileri uluslararası rekabetten sonsuza dek korumak için değil, yeni teknolojileri içselleştirebilecekleri, yeni organizasyonel yetenekler oluşturabilecekleri ve dünya
pazarında rekabet edebilirlik konumunu yaratmak için kullanıldılar...
Kore’nin ekonomik mucizesi de işte bunun, piyasa ile devlet yönlendiriciliğinin zekice ve pragmatik karışımının sonucuydu. Kore’yi yönetenler, Doğu Bloku ülkelerinin yaptığı gibi piyasayı ortadan kaldırmadı...
Bununla birlikte serbest piyasaya da körü körüne inanmadı...
Piyasaları ciddiye alan Kore hükümeti, stratejik olarak piyasaların sıklıkla politik müdahalelerle düzeltilmesine de ihtiyaç duyuyordu.

---

Peki, Kore bir istisna mı? 
Chang, “Bu türden ‘aykırı’ politikalar vasıtasıyla zenginleşen tek başına Kore olsaydı, serbest piyasa guruları bunu bir istisna olarak reddedebilirlerdi. Bununla birlikte Kore istisna değildir” görüşünde...
Diyor ki, “Serbest piyasanın ve ticaretin anavatanı sayılan İngiltere ve ABDdahil , hemen hemen bugünün tüm gelişmiş ülkeleri neoliberal iktisada karşı gelen politik reçetelere dayanarak zenginleşmişlerdir...”
Yani, bugünün ortodoks iktisadının lanetlediği ve DTÖ Anlaşmaları gibi uluslararası anlaşmaların kat’i şekilde kısıtladığı, uluslararası finansal kuruluşların yasakladığı şeyleri yaparak...
Tabii, Birinci Dünya Savaşı’na kadar, Hollanda ve İsviçre gibi korumacılığı pek fazla kullanmayan birkaç ülke vardı...
Fakat onlar da, başkalarına ait patentleri, koruma çabalarına hiç aldırmayarak, ortodoks çizgiden ciddi şekilde sapmayı tercih etti...

---

Bu aşamada hoşuma giden bir örneği sizinle paylaşayım:
Bir zamanlar, gelişmekte olan bir ülkenin büyük bir üreticisi ilk binek otomobillerini ABD’ye ihraç etti. Bu küçük firma, o güne kadar tapon ürünler, yani daha zengin ülkeler tarafından üretilen kaliteli ürünlerin kötü taklitlerini üretmişti...
Amerika’ya zar zor ihraç edilen otomobil de çok karmaşık bir şey değildi. sadece ucuz ve küçük bir araçtı...
Bazıları bunu ‘dört tekerlekli bir kül tablası’ diye adlandırabilirdi...
Ancak bu, ülke için çok önemli bir andı ve ihracatçıları da gurur duyuyordu.

---

Gelgelelim, ürün başarısız oldu. Küçük otomobilin gayet kötü göründüğünü düşünen çoktu...
Tüketiciler, sadece ikinci sınıf ürünlerin yapıldığı bir yerden gelen bir aile arabası için önemli miktarda para harcamakta isteksizlerdi.
Yeni otomobilin Amerika pazarından çekilmesi zorunluluk haline geldi!
Tabii, bu felaket ülkenin vatandaşları arasında esaslı bir tartışmaya yol açtı...
Pek çok kişi, firmanın basit tekstil makineleri imalatı olan asıl işinde kalması gerektiğini ileri sürüyordu. 
Zaten ülkenin en büyük ihracat kalemi ipekti... 
Eğer firma 25 yıllık denemeden sonra iyi arabalar yapamıyorsa, bunun bir geleceği de yoktu. 
Hükümet, araba imalatçısına başarılı olması için her türlü fırsatı vermişti...
Yüksek gümrük tarifeleri ve otomobil endüstrisinde yabancı sermayeli yatırımlara getirilen sert kontroller firmanın iç pazardaki yüksek karını garantilemişti.
Bir ara, firmanın iflastan kurtarılması için kamu parası dahi kullanıldı. Dolayısıyla da o tarihlerde durumu eleştirenler, 20 yıl önce ülkeden kovulan yabancı menşeili arabaların ülkeye dönüşü için araba ithalatçılarına  yeniden izin verilmesi gerektiğini öne sürüyorlardı...

---

Aynı fikirde olmayanlar da vardı. 
Bunlara göre ise otomobil üretimi gibi ‘ciddi’ bir endüstri geliştirmeksizin hiçbir ülke, hiçbir yere varamazdı... 
Herkese çekci gelecek arabalar yapılabilirdi...
Sadece bunun için daha fazla zamana ihtiyaç duyuyorlardı...

---

Yıl 1958’di...
Ve o ülke Japonya’ydı...
Firmanın adı ise Toyota...
Ve araba Toyopet diye anılıyordu...
Toyota tekstil makinaları imalatçısı olarak iş hayatına başladı ve 1933’de araba üretimine geçti. Japon hükümeti, General Motors ve Ford’u 1939 yılında kapı dışarı etti ve Toyota’yı İkinci Dünya Savaşı sonrasında 1949’da adı ‘Japonya Bankası’ olan merkez bankasının parasıyla iflastan kurtardı.
Toyopet yenilgisinden yarım yüzyıl sonra ise Toyota’nın lüks markası Lexus, Amerikalı gazeteci Thomas Friedman’ın kitabı Lexus ve Zeytin Ağacı sayesinde bir bakıma küreselleşmenin ikonu oldu...
Fakat 50 yıl kadar önce Japonlar da dahil pek çok kişi, Japon otomobil endüstrisinin var olmaması gerektiğini düşünüyorlardı... 
Bugünse Japon otomobilleri dünyanın her yanında Fransız şarabı kadar doğal görünüyor...
Örnekleri artırmak mümkün...
Ama sanırım, dert anlaşıldı...

---

Değerli yazarımız Rüştü Bozkurt’un sık tekrarladığı bir Afrika sözü var:
“Av tarihini avcılar değil de aslanlar yazsaydı, kimbilir aslanların dişine çerez olmuş kaç bin avcıdan söz edecektik...“
Sonuçta politikada haklı-haksız yok...
Güçlü-güçsüz var...
Güçlü olan haklı gözükür...
Ve tarih, zafer kazananlar tarafından yazılır...

---

Geçmişi bugünün bakış açısıyla yorumlama hatasına hep düşüyoruz...
Pek çoğumuzun ‘tarihi gerçekler’ olarak kabul ettiği birçok konu tamamen yanlış olabiliyor...
Ya da ancak kısmen doğru...
Aynen, gerçekte uzun bir süre boyunca dünyanın en korumacı ülkeleri olan İngiltere ve ABD’nin serbest ticaretin vatanı olarak kabul edilmeleri gibi...
Kimi araştırmalar iddia ediyor ki, gelişmekte olan ülkelerin büyük çoğunluğu serbest ticarete dayanan politikalar benimsedikleri dönemlerde hiç de iyi performans sergilemediler...
Aksine, korumacılığı ve sübvansiyonları kullandıkları dönemlerde çok daha iyi performans gösterdiler...
Performansı en iyi olanlar da, ekonomilerini seçici biçimde ve tedricen dışa açmış olanlardı...

---

Bir süre ara vermenin etkisiyle sözü epey uzattım...
Gazetenin yayın yönetmeni olsam da, yazıişlerinin bana iki sayfa yer açacak hali yok...
Onun için burada bitirmek durumundayım...
Türkiye’nin yeni bir modele ihtiyacı olduğu iş dünyasının çeşitli kesimleri tarafından son dönemde daha sık dile getiriliyor...
TÜSİAD’ın geçtiğimiz haftaki Yüksek İstişare Toplantısı’nda da benzer istekler dile getirildi...
Böyle bir dönemde, dünya deneylerini, bugünü ve bugünün ihtiyaçlarını göz önüne alarak yeniden konuşmakta yarar görüyorum...
Chang’ın Güney Kore’nın başarı hikayesini dinlerken, görüyorum ki, biz küreselleşme döneminden sonra serbest piyasa ekonomisini neredeyse en katıksız şekilde uygular, IMF ne dediyse yapar, Washington Konsensüsü’ne harfiyen uyarken, onlar serbest piyasa ekonomisi ile devlet yönlendirmesinin akılcı sentezini uygulayarak ekonomilerini kalkındırmışlar...
Biz tüketime balıklama dalarken, onlar makroekonomik anlamda tasarruf oranını yüksek tutmuşlar...
Biz sanayinin teknolojik düzeyini yükseltmeyi ihmal ederken, onlarda devlet aktif bir rol izlemiş, teknolojik düzeyi yükseltmeyi öne koyan bir strateji izlemiş...

---

Daha sayacak çok şey var...
Eğitim, hukuk, iş dünyasının yaklaşımları...
Ancak iki ülkenin, gelişmeleri yukarıda büyüme performansları üzerinden sizlere aktarmaya çalıştığım dönemde önemli ölçüde farklı davrandıkları ortada...
Bu süreçte başarılı olanın Güney Kore olduğu da...
Kore’nin ‘mucize’ olarak nitelenen bu başarıyı gösterirken, onaylanamayacak, anti demokratik yöntemler kullanıldığını söyleyenler olabilir...
“Güney Kore modeli, bir dönemin modeliydi, o bugün tekrarlanamaz” diyenler olabilir...
Haklıdırlar da...
Benim söylemeye çalıştığım, Profesör Chang’ın da, bu alanda hayli emek vermiş değerli yazarımız Murat Yülek gibi bizi bilen uzmanlarımızın da çalışmalarını mutlaka dikkate alıp değerlendirmemiz, tartışmamız ve kendimize bir yol çizmemiz gerektiği...
Türkiye, dinamik özel sektörüyle çok önemli bir yere geldi...
Bu inkar edilemez bir gerçek...
Ancak orta gelir tuzağından henüz kurtulamadığımız gerçeği de öyle...
Dahası eğer zenginleşemeden, genç nüfus yapımız gibi kimi dinamikleri de kaybedersek, bu tuzak tam bir kapana dönüşme tehlikesi barındırıyor...
Bizim ise tam da şimdi gücümüze güç katacak yeni politikalara...
Ayağımıza dolanan engellerden kurtulmaya ihtiyacımız var...
Ve gözü üzerimizde olan tüm dünyayı etkileyecek yeni bir başarı hikayesine...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar