İyimserlik de teknolojiye uyum da şarta bağlı

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Yeni bir yıla girince herkesin biraz daha iyimser olma eğilimi depreşiyor doğal olarak. Nitekim
sadece politikacılar arasında değil, iş hayatının temsilcilerinde, finans piyasalarında ve hatta uzman yorumlarında hep bir “temkinli iyimserlik” beklentisi seslendiriliyor. Gereksiz detaylar ve temelsiz abartılar bir yana bırakılırsa bu beklentinin başlıca dayanağı, küresel ekonomideki toparlanma ve büyüme ile düşük enflasyon ve likidite bolluğunun bir süre daha devam edeceğinin ortaya çıkması. Böylece bizim tüketime, borçlanmaya ve dış kaynak girişine bağımlı ve yüksek enflasyonlu ekonomimizin de arızalı canlılığının süreceği, yani verimsiz ve pahalı da olsa çarkların yine döneceği umuluyor. Doğrusu bu tür bir iyimserlik beni kesmediği için umut bağlayacağım başka dayanaklara ihtiyacım var. Bana kalırsa ve umut kırıcı başka parametreleri bir yana bırakırsak, Türkiye’nin geleceği için umut kaynağı olan iki önemli faktör söz konusu. Birincisi doğal kaynak zengini olmayışımız, toplumu ve onun üretkenliğini ihmal etme lüksümüzün olmaması. İkincisi de, ölçek ve verimlilik zaafına rağmen, oldukça çeşitlenmiş bir sanayiimizin ve özel sektörümüzün olması. Dolayısıyla eninde sonunda insan kaynağımızın yetenek ve becerilerinin arttırılması , işletmelerimizin katma değer üretme ve yeni teknolojilere uyum kapasitelerinin güçlendirilmesi ve bütün kesimleri kapsayan bir toplumsal sinerji üretilmesi dışında çıkış yolumuz yok. Ergeç bu yolu bulacağımıza inanıyorum.

Teşvikte stratejik inceliğimiz olmadı

Son bir kaç yazımızda büyük ölçüde baz etkisine ve sıra dışı, tekrarlanması güç teşviklere borçlu olduğumuz üçüncü çeyrek büyümesinin, uyguladığımız modeldeki çıkmazları gözardı
etmemize yol açmaması gerektiğini, özellikle her kesim için artmakta ve sınıra yaklaşmakta olan borçluluğun enflasyonu ve işsizliği yukarı, reel ücretleri aşağı iterek kriz potansiyeli biriktirdiğini vurgulamıştık. Gerçekten de ekonominin önümüzdeki yıl finansman ihtiyacının borç servisi ve cari açık düşünüldüğünde 225-230 milyar dolar civarına yükseleceği, enflasyon ve işsizliğin çift hanede oluşacağı, TL’nın da yüzde 20 oranında değer kaybedeceği şimdiden üzerinde birleşilen tahminler olarak öne çıkıyor. Özellikle uzun zamandır yüksek seyreden ve bütün gözlemci raporlarında kırılganlık faktörü olarak nitelenen, toplamda yüzde 90’lara varan özel sektör ve reel kesim borçları yanında, daha on yıl öncesine kadar - gelirine oranla- yüzde 5’i aşmayan ve bu yüzden bireysel krediler için büyük potansiyel teşkil eden hane halkı borçlarının bugün yüzde 50’yi aştığı ve milli gelire oranı yüzde 30’larda kaldığı için hala çıpa olarak görülen kamu borçlarında da açık ya da kamu özel ortaklığı, hazine garantileri ve KGF desteği gibi bütçe dışı riskler nedeniyle dolaylı artış dikkate alındığında başka gelişmekte olan ülkelerde de gözlenen yüksek borç-düşük büyüme sarmalına yakalanmış olma ihtimalimiz yükseliyor. Bunun kötü bir sonucu da şu ki ampirik bulgular, geleceğimiz için kaçınılmaz gördüğümüz “dijital teknolojilere uyum ve bilgi toplumuna dönüşüm” konusunda yüksek düzeyde borçlu ekonomilerin performansının daha düşük olduğunu gösteriyor.

Gerçekçi olalım, daha kuruluş döneminde seçim bildirgesinde ve 2002’deki ilk hükümet programında ülkeye yabancı sermaye ve özellikle doğrudan yatırım çekmeyi başlıca öncelikleri
arasında gören mevcut iktidarın 2007’den sonra bu taahhüdünü gevşettiği ve daha kolay olan dış kredi ve portföy yatırımı dediğimiz sıcak para girişlerini tercih etttiği ortadadır. Geçenlerde sözetmiştik, son yılların verileri artan ülke risk algısı nedeniyle dış finansmanda kredilerin payının da düştüğünü ve her an geri dönebilecek olan sıcak paraya bağımlılığın arttığını işaret ediyor.

Aslında 2000 yılında bu konuda İSO için yönetimimdeki ekiple hazırladığım ve 2002 hükümet programında da referans yapılan bir raporun hazırlığı sırasında bir kaç kez görüştüğüm rahmetli Atilla Karaosmanoğlu’nun bir uyarısını şimdi daha iyi anlıyorum: Henüz yabancı sermaye girişinin cılız olduğu o günlerde bile stratejik olarak doğrudan yatırım sermayesinde de seçici olmak gerektiğini, mutlaka teknoloji transferi ve ihracat kapasitesi olan yatırımları özendirmek gerektiğini söylemişti. Doğrusu bizim sık sık revize etmemize rağmen ne teşvik rejimlerimizde böyle bir önceliği gözetmek, ne de uygun ekosistem yaratmak konusunda kararlılığımız olmadı. Eski Başbakan Davutoğlu’nun dış politika için kullandığı bir kavramı ödünç alıp kulak çınlatalım, yatırım ve teşvik politikalarında bir stratejik derinliğe, daha doğrusu inceliğe sahip olamadık. Demem o ki bu noktaya kendiliğinden gelmedik.

Uygulamalar açıklamalara uyar mı?

Şimdi de yine bir seçim atmosferine girmekte oluşumuzun kritik göstergeler açısından doğuracağı kaygıları dengelemek için olsa gerek, kamu yönetimi reel sektörün döviz riski yönetiminden KGF destekli kredilerin bundan böyle sadece ihracat ve yatırım amaçlı kullandırılmasına, doğrudan yatırımlara stratejik destekten dengeli kamu finansmanına kadar bir dizi politikayı yeni dönemde yürürlüğe sokacağını açıklıyor. Bu arada Maliye Bakanlığı, epeydir rafta bekletilen Gelir Vergisi, Vergi Usul, Katma Değer Vergisi ve İstanbul Finans Merkezi yasa tasarılarını yeni yılda parlamentoya göndermeyi hedefliyor. Böylece vergi tabanının genişletilmesi,yatırım.üretim ve ihracat üzerindeki yükün azaltılması, ihtilafların çözümünün kolaylaştırılması,gönüllü uyumun sağlanması, finansal sistemin geliştirilip derinleştirilmesi için hukuki, fiziki ve vergisel altyapı’nın sağlanması amaçlanıyor. Umarız uygulamalar, bu defa açıklamalarla çakışır.

İşimiz kolay değil. Kredi mevduat oranının dövizde yüzde 116, TL’de yüzde 141 olduğu, döviz cari oranı diyebileceğimiz net uluslararası yatırım pozisyonunun milli gelir’e oranının yüzde 52 yi aşarak alarm sinyali verdiği, işsizlik ve enflasyonun kronik ve yapısal nitelik kazandığı, doğrudan dış yatırımların azaldığı ve makina teçhizat yatırımlarının durakladığı bir noktadayız. Stratejik planlama ve yeniden yapılanma ihtiyacımız yine ve yeniden acil. Ne aksi, tam da karbon bazlı enerji üretenlerin yeni teknolojilerden ötürü kaybedeceği, Türkiye’nin gelişime uyum sağlayabilirse kazananlar arasına girebileceği bir aşamada,..Tabii enerjimizi verimsiz iç çatışmalara değil de değer yaratmaya ve insan kalitesini geliştirmeye yönlendirebilirsek!..

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019