Netflix tecrübesi, Türkiye’deki eğitim ve inovasyon tartışmalarına yol gösteriyor

Güven SAK
Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

Ben artık Türk televizyonlarını neredeyse hiç izlemiyorum. Hep siyasi tırı vırı ile dolu oluyor. İncir çekirdeklerini bile bir türlü doldurmuyor. Hangi ülkeden olursa olsun, eskilerden bir film izlemek istersem Amazon Fire TV var. Amazon Fire TV, eski filmler deposu olarak harika. Arada dizi de izlemek mümkün. Ama her birine ayrı ödeme yapmak gerekiyor. Depo gibi dediğim o aslında, televizyon yayıncılığı değil. Filmler için Apple TV’de fena değil. Hem Türkçesi de var. Ama orası da film deposu gibi ve yine tek tek ödeme yapmak gerekiyor. Daha geniş ve Türkçe ile desteklenmiş bir içerik seti ve toptan yıllık aboneliği olan bir tek Netflix var. Netflix, yeni çağın televizyonu. Doğrusu ya, ben artık televizyon izlemiyorum, Netflix’i açıyorum. Televizyon izlemeye ayrılabilecek kısıtlı zamanda, programı kendim yapıyorum. Netflix, diğerlerinden tamamen farklı. Önce oradan başlayayım.

Netfix’i açarken, yalnız da değilim. Aynı Türkiye’deki yaklaşık 300 bin civarındaki Netflix abonesi hanede yaşayanlar gibi davranıyorum ya da dünyadaki 125 milyon Netflix abonesi hanede yaşayanların yaptığını yapıyorum diyeyim. Üstelik bu toplam abonelerin yarısı yalnızca Amerika’dan, kalanı ise dünyanın diğer ülkelerden. Ortada bir başarı öyküsü olmadığını söylemek mümkün değil. Netflix, dünyada televizyon yayıncılığının karakterini değiştiriyor ve bunu şimdiye dek bir tek Netflix yapmayı becerebildi.

Doğrusu ya, ben artık “Sanayi 4.0 için, önce Eğitim 4.0 lazım” demeyi filan sevmiyorum.

Geçenlerde İngiliz The Economist dergisinde Netflix ile ilgili raporu okuduktan sonra, Netflix üzerine yapılan akademik çalışmaları da fark ettim. Okurken, Netflix deneyiminin, Türkiye’deki eğitim ve inovasyon tartışmaları için yol gösterici olabileceğini düşünmeye başladım. Doğrusu ya, ben artık “Sanayi 4.0 için, önce Eğitim 4.0 lazım” demeyi sevmiyorum. Doğrudur. 21 Mart 2016 tarihli Dünya Gazetesi’nde, bundan yaklaşık 2,5 yıl önce ben, “Eğitim 4.0 olmadan, Sanayi 4.0 olmaz” diye yazdım. Buna hala da şiddetle inanıyorum.

Ancak eğitim sistemimizin hali pürmelal, 15 yıldır tek bir reformu bile becerememiş olmamız, son günlerde, tembelliğe methiyenin bir parçası olmaya başladı diye düşünüyorum. Hem de her tür tembelliğe. Düşünce tembelliğine, eylem tembelliğine, girişim tembelliğine. Bir nevi, “bu memleketten bir şey çıkmaz bezginliği”ne, fazladan hayat yorgunluğuna neden oluyor. Bu Oblomov hali, bu Bezgin Bekir psikolojisi bugünlerde beni rahatsız ediyor. Eskiden bunun “hele bir Türkiye kalkınsın, bütün bunları yaparız” hali vardı. Bir ara, her şey için “devrimden sonrasını beklemek” modaydı. Şimdi de benzer bir hadise karşısındayız sanki. “Dur hele bir çağdaş eğitim reformu olsun...” Bugün müsaadenizle Netflix deneyiminden Türkiye için bir kaç ders çıkartmak istiyorum. Önce kıssası, sonra hissesi, her zamanki gibi.

Netflix, Amazon, Time-Warner, AT&T ve hatta Disney’in yapamadığını yaptı

Netflix, kendisini, kültürel ürünlerin küreselleşmesi için yeni bir mecra olarak konumlandırdı. Televizyon yayıncılığının karakterini değiştirdi. Amazon ve Disney aynı işi yapamadılar ama Netflix yaptı. Hem de öyle bir yaptı ki, bu yıl, Netflix’in içerik üretimi için harcayacağı toplam fon tutarı 8 milyar doların üstünde olması bekleniyor. Netflix dışında kalan içerik üreticilerinin, en babası, yeni içerik üretimine 2-3 Milyar dolar ayırabiliyor. Netflix, 2012 yılında, ilk dizisi Lilyhammer’a kaynak sağladığından beri çok mesafe kat etti. Bu arada, Lilyhammer’da pek güzeldi doğrusu. Hala unutamadım ben.

Finansal piyasaların yüzlerce yıldır bildiğinin TV yayıncılığına uyarlanmasıdır Netflix

Netflix 1997 yılında kurulduğunda, posta dağıtımından faydalanarak çalışan bir DVD satış ve kiralama şirketiydi yalnızca. Hayatın dijitalizasyonu sürecini en iyi takip eden şirketlerden biri olarak kendini herkesten ayırdı bugün. Sistem, finansal piyasalarda çalışanların eskiden beri bildiklerinin, televizyon yayıncılığına uyarlanmasından ilham alıyor bana sorarsanız. Nedir?

“Herkes her an piyasada olamaz.” Finansal piyasalarda borsaların belli saatler içinde çalışıyor olmasının temel nedeni, belli finansal varlıklarla ilgilenen herkesi belli bir anda belli bir yerde toplayarak piyasayı derinleştirmek, sağlıklı fiyat oluşumunu sağlamaktır. Motto bugün de aynı bana sorarsanız, “Kimse her an ekran başında olamaz.” Aynı televizyon yayıncılığı gibi. Kimse hiç bir zaman “şimdi 80 milyon bizi izliyor” diyemez. Hepimizin bir sürü işi var gün boyunca. Herkes her an televizyon başında olamadığı için, yayın akışını kendi belirlemek isteyebilir. Normal bir insan günde bir kaç saat yayın izleyebildiği için yayın akışının demokratikleştirilmesinin, serbestleştirilmesinin bir değeri olabilir. Nedir? İnsanlar buna para ödeyebilirler. İşte, Netflix bu.

Bunu önleyen iki faktör vardı şimdiye kadar: teknoloji ve yasalar. Bilgi ve iletişim teknolojilerindeki sıçrama ile televizyon yayıncılığı artık tamamen dijitalleşebiliyor. Yasalar ise yavaş yavaş ülke intibak ediyor. Netflix artık Çin, Kuzey Kore, Suriye ve Kırım hariç her yerden izlenebiliyor. Türkiye dahil, 21 ülke için ise ülkeye özel Netflix yayını bulabilmek mümkün. İnternet bağlantısı azalmayıp artacağına göre işin ölmesi de mümkün değil. Onun için şimdi herkes taklit peşinde.

Teknolojik değişim sürecinin taşıyıcısı rekabettir

Şimdi kıssayı özetlediğime göre Türkiye için birkaç hisse çıkartayım. Aynı dijitalleşme sürecinden mesela Amazon da faydalanabilirdi. Ama Amazon televizyon yayıncılığında dijital devrimin öncüsü haline hala gelemedi. Şimdilerde geride kalanların hepsi Netflix’in ne yapıp öne geçtiğini anlamaya çalışıyor. Yarışa yetişebilmek için ne yapmaları gerektiğini belirlemeye çalışıyorlar. Kocaman kocaman üniversitelerde “Netflix ne yapıyor da böyle oluyor?” konulu çalışmaların artması, yalnızca rekabetin nasıl kızıştığını, geride kalanların, neden geride kaldıklarını anlamaya çalıştıklarını gösteriyor doğrusu.

Buradan ben geliyorum birinci tespitime, teknolojik yenilikler sürecinin şimdiye dek birincil taşıyıcısı şirketler arası rekabettir. Türkiye söz konusu olduğunda, tüm şirketlerin aynı anda aynı işi yapmaya çalışmalarını beklemek abesle iştigaldir, eşyanın tabiatına aykırıdır. Rekabet sürecinde öne çıkmak isteyen, “kulakları duyan, gözleri gören” şirketler, Türkiye’de zaten ne yapmaları gerektiğini belirlemek için çalışıyorlar. Teknolojik değişim sürecine kaynak ayırıyorlar. Konu ile ilgili startup’ların kendileri için bir değer kaynağı olduğunun farkındalar. Bakın etrafınıza, inkübasyon merkezlerinin aktivitelerine, giderek daha çok şirket katılıyor. Hızlandırıcılar artık işe yarıyor, para kazanıyor. Şirketlerimiz etraflarında neler olup bittiğini görmek istiyorlar. Netflix yapıyor ve öne çıkıyor, hadiseye 20th Century Fox geride kalıyor gibi bakmak lazım diye düşünüyorum ben. Böyle bakarsanız, Türkiye’de belirgin bir gariplik bulunmuyor. Önce eğitim ve hatta hukuk reformu filan da gerekmiyor. Malum, patenti başka ülkeden almak zaten daha iyi fikir.

Yeni teknolojik devrime intibak için Türkiye’nin yetişmiş insan kapasitesi vardır

Geleyim ikinci tespitime, hadisenin farkında olan şirketler için, Türkiye’nin mevcut üniversiteleri, mevcut liseleri, mevcut mezunları zaten yeterlidir. Bir ülkede zaten binlerce harika okul olmaz, birkaç tane olur. Onlar da şimdilik biz de var. Ankara, İstanbul ve İzmir’de bir elin parmakları kadar iyi üniversite; iki elin parmakları kadar da iyi lise ve ortaokul zaten var. Türkiye’nin Sanayi-4.0’a düzenli intibakı için, bugün elimizdeki potansiyel fazlasıyla yeterli gibi geliyor bana doğrusu. Hem Türk şirketlerini yenilemek için, hem de yabancı şirketlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere.

Bunu “21’inci yüzyılda, Türkiye’nin milli eğitim diye bir sorunu yoktur” demek için söylemiyorum. Zinhar, öyle bir tezim yoktur. yanlış anlaşılmasın. Türkiye’nin elbette bir eğitim sorunu vardır. Türkiye’nin eğitimdeki en büyük sorunu Milli Eğitim Bakanlığı’nın ta kendisidir. O aygıt öyle durdukça, Türkiye’de eğitim sorunu bitmez. Deveden büyük fil var şeklinde yürüyen sistemimize 12 Eylül faşist darbesi ile eklenen Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) belasını daha hiç saymıyorum bile. Bunlar vardır ama bunlara rağmen, bugün şirketlerimizin eğitimli çalışan ihtiyacını karşılayacak kapasite halen Türkiye’de mevcuttur. Tembelliğin alemi yoktur yani. Bezginliğe yer yoktur. Bosch Almanya’da çalışan yüzlerce Türk mühendisi yok mu bugün? Var. Onlar bu eğitim sisteminden çıkmadılar mı? Çıktılar. Bugünün işini yarına bırakmanın hiçbir açıklaması yoktur. Not etmiş olayım.

Eğitim reformu olmazsa, yeni teknolojik devrim Türkiye’yi daha da eşitsiz bir ülke haline getirecektir

Geleyim üçüncü tespitime. Türkiye eğer bir an önce eğitim reformu işini ciddiye almazsa, yeni teknolojik devrim ile Türkiye eşitsizliklerin daha da arttığı bir ülke olmaya adaydır. Türkiye bugün çocuk yoksulluğunda dünya beşincisidir. Nedir çocuk yoksulluğu? Haneler yoksul olunca, o hanelerde doğan çocuklarda yoksul olmaktadır. Türkiye’de her dört çocuktan biri halen yoksul hanelerde doğup büyümektedir.

Tabloda görüldüğü üzere Türkiye, OECD verilerine göre, Çin, Güney Afrika, Brezilya, Kosta Rika’dan sonra çocuk yoksulluğunda beşinci sıradadır. Eğitimde çağa yetişecek imkânlara erişmek zorsa veya çok pahalıysa, çocukların yarışa eşit başlaması mümkün değildir. Milli eğitimdeki meselemiz, yeni teknolojik devrimde, şirketlerimizin önünü kesemez. Türkiye’nin yeni çağa ayak uydurmasını da engellemez. Milli eğitim meselemiz, çocuk yoksulluğunu yeniden üretir ve hatta daha da artırır bu çağda. Not edeyim aklınızda kalsın.

Yaygın eğitim, herkesi düşük bir seviyede eşitlemek zanneden bir anlayış, son 15 yılımızı heba etti

Benim Netflix deneyiminden çıkardığım ilk sonuçlar bunlardır. Birincisi, tüm şirketler, yeni teknolojik devrime elbirliğiyle ayak uyduracak değildir. Rekabet önemlidir. Devletin yapması gereken öncelikle gölge etmemektir. İkincisi, Türk şirketlerinin yeni teknolojik devrime intibakını sağlayacak elit okullar Türkiye’de mevcuttur. Kısa vadede ortada bir sorun yoktur. Üçüncüsü, Türkiye’nin eğitim sistemi içindeki mevcut elit okulların sayısını artırması, sistemimiz içindeki elitizmin oranını yükseltmesi ve buna bağlı olarak çocuk yoksulluğundaki beşinciliği izale etmesi açısından önemlidir.

Yaygın eğitimi herkesi düşük bir seviyede eşitlemek zanneden bir anlayış, son 15 yıldır Türkiye’de çocuk yoksulluğunun ömrünü uzatmıştır. Hal böyle devam ederse, yeni teknolojik devrim, Türkiye’nin çocuk yoksulluğunda dünya rekoru kırmasına yardımcı olacaktır.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar