Normalleşmeden değil, krizden korkmalıyız

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Belirsizliğin, öngörülemezliğin dünya çapında bu kadar yaygınlaştığı bir dönem olmuş muydu, hatırlamıyorum. Ama bunun aynı zamanda 2008'den bu yana bir türlü şekillenemeyen yeni dünya düzeninin doğum sancılarının olabileceğini de düşünmüyor değilim. Demem o ki yaşadığımız dönem, muhtemelen bir nevi "siyah kuğu" zamanı. Bu dönemin yaklaşmakta olan sonu geldiğinde karşılacağımız tablo ve bulunacağımız konum, o zamana kadar yaptıklarımıza ve yapamadıklarımıza göre ya korkutucu ve tedirgin edici, ya da rahatlatıcı ve güven verici olacak. Ne var ki bugüne kadarki performansımız ve tercihlerimiz, iyimser senaryoyu görme ihtimalini güçlendirmiyor.

Çünkü dış konjonktürün en uygun olduğu, içeride de güven endekslerinin tavan yaptığı dönemlerde bile temel zafiyetlerimize odaklanma yerine kısa vadeyi kurtaracak kolay politikaları seçtiğimiz ortada. Bu nedenle kamu yönetiminde de, özel sektörde de sürekli bir "kriz yönetimi" mahareti göstermekle meşgulüz. Nitekim küresel şirketlerde görev alan Türk yöneticilerin en fazla temayüz ettikleri becerinin bu olması da boşuna değil. Krizin objektif koşullarının olmadığı durumları da ne yapıp edip kriz haline getiriyoruz çünkü... Sanki normalleşmeden, hiçbir zaman iyi olmadığımız "kendini dönüştürme" sınavına tabi tutulmaktan korkuyor gibiyiz.

İlk çeyrek büyümesini abartmamalı

Yakın geçmişte geliştirilen politika ve tedbirlerin öncelikli amacının ekonomiyi canlandırmak ve sistemi ayakta tutmak olduğunu gözlüyoruz. Vergi indirimleri ve vergi borçlarının yapılandırılması, KGF kefaletiyle kredi kolaylığı ve likidite bolluğu yaratılması,mevcut teşviklerin üstüne yenilerinin getirilmesi hep bu amaçlaydı ve belli ki olumlu sonuçlara da yol açtı. 2017'nin ilk üç ayının yüzde 5 gibi tahminleri aşan bir büyüme ile sonuçlanması bunun en önemli belirtisi.

Ancak ölçümün ne kadar güvenilir olduğuyla ilgili olarak,özellikle milli gelir hesabında kullanılan yeni seriden kaynaklanan,soru işaretlerini ve yüzde 5'lik büyümenin bileşenlerinin sanayi üretimi,turizm gelirleri, tüketim göstergeleri ve güven endeksleriyle çelişik olmasını bir yana bıraksak bile, büyümenin gerisindeki en önemli faktörün kamu ve özel tüketim harcamaları olması ve tedbirlerin asıl hedefi olan yatırım harcamaları artışının yüzde 2.2 düzeyinde kalması, geleceğe aktarılan risklerin büyüdüğünü gösteriyor. Ayrıca zaten sağlanan desteklerle gelir bacağı zayıflamış olan kamu maliyesinin, bu defa tüketim harcamalarıyla yeni bir yük altına girmesi başlıca çıpamız olan mali disiplin açısından tehlike işareti. Hele KGF kefaletleri ve büyük projelere verilen hazine garantileri ile birlikte düşünüldüğünde,yaklaşmakta olan daha zor zamanlarda kamu yönetiminin elinin daralacağını öngörmek falcılık sayılmaz. Bu durumda ilk çeyrekteki büyümenin tüketim dışında,biraz da onunla çelişen bir şekilde,kur artışının ivme verdiği ihracatla sağlanmış olduğu söylenebilir.

Üstelik işsizliğin geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 21, işsizlik oranının yüzde 1.7 artması, sanayide çalışılan saat endeksinin yüzde 2 düşmesi,makina teçhizat yatırımlarının da azalmış olması büyümenin yatırım ve istihdam yaratmayan,tüketim ve borçlanma çekişli bir nitelik taşıdığının altını çiziyor. Nitekim Dünya Bankası Türkiye Direktörü de durumu, yüksek enflasyon ortamında kamu ve bankacılık kesimleri üstündeki riski, dolayısıyla kırılganlığı arttıran yapay bir büyüme olarak tanımlıyor. Kaldı ki sürdürülmesi mümkün görünmeyen bu ilk çeyrek büyümesinin, yıllık bazda bakıldığında yani 2016 Mart sonundan itibaren hesaplandığında ancak yüzde 3'lük bir düzeye, yani 2016 sonu itibariyle ortaya çıkan son sekiz yılın en düşük büyümesiyle (yüzde 2.9) eşdeğer bir büyüklüğe tekabül ettiğinin de unutulmaması ve abartılı çıkarımlardan kaçınılması yerinde olur.

İhracat hedefi ve algı yanılsaması

Türkiye, öyle görünüyor ki, iç dinamiklerini geliştirme ve tasarruflarını,imkanlarını büyütme yerine sürekli borçlanarak imkanlarının üstünde tüketmeyi kolay bulup sevmiş ve temel strateji olarak benimsemiş durumda. Ancak bunun sürdürülebilir olmadığı,eninde sonunda sarsıcı krizlere yol açacağı geçmiş deneyimlerden de belli,görmezden gelmezsek ekonominin verdiği uyarı işaretlerinden de. Geçenlerde Alaaddin Aktaş dikkat çekmişti,son beş yılda yatırım araçlarından sağlanan reel getiri bağlamında hisse senetleri yüzde 17.5, devlet tahvilleri yüzde 1.4, mevduat yüzde 3.8, ABD Doları ise yüzde 23 kazandırmış. Biz ise arada bir yakaladığımız ve kalıcı hale getiremediğimiz yüksek büyüme oranlarını kendimizi de kandırarak "ekonominin şahlanışı" diye nitelemeyi ve refah düzeyleri birkaç kat üstümüzde olan doymuş batı ülkeleriyle karşılaştırarak avunmayı tercih ediyoruz. İşin ilginç tarafı, uluslararası kuruluşlar ve küresel doğrudan yatırımcılar nezdinde oluşmuş algı bozukluğunu düzeltmek için uğraşacağımıza, izlediğimiz politikalarla kendi kamuoyumuzun ve ekonomi aktörlerinin yanlış algılarla hareket etmesine yol açıyoruz. Gerçekten de borçlanmayla tüketimin yarattığı yapay zenginlik kitlelerce refah artışı, temel dinamiklerde gelişme olmadığı, hatta kırılganlıklar arttığı halde salt ciro ve kâr artışları da ekonomi aktörlerinin bir bölümü tarafından kalıcı büyüme olarak algılanıyor.
Böylece toplumsal ekosisteme yaygınlaşan algı yanılsaması, iç uyarı mekanizmalarını köreltiyor.

Son haftalarda gözlediğim en olumlu gelişme inşaat yerine ihracat odaklı toplantıların yoğunlaşması. Çünkü bizim dış ticaretimizin ekonomi içindeki yeri,doğal kaynağı olmayıp başarısını cari fazlaya borçlu ülkelere kıyasla oldukça düşük. Bu yüzden şahsen 2023 hedefleri içinde de en anlamlı ve doğru bulduğum 500 milyar dolarlık ihracat hedefiydi. Tabii sadece kağıt üstünde kalmaması, bunu mümkün kılacak ekonomik yapı dönüşümünün,uygun ekosistemin ve doğru stratejilerin gerçekleştirilmesi şartıyla. Oysa görüyoruz ki biz işin sadece pazarlama ve kur tarafıyla ilgileniyor, ihracatın yerli katma değeri, finansman kalitesi ve teknoloji düzeyi konularında pek mesafe katedemiyoruz. 500 büyük sanayi kuruluşumuzun arge harcamalarının 2016'da yüzde 16 azalması, karları yüzde 8 artarken borçlarının yüzde 20 artması ve karın yarıdan fazlasının finansman giderlerine gitmesi, yatırıma kaynak kalmaması da doğru yolda olmadığımızı kanıtlıyor. Hedef koymanın yetmediği,mevcut tercihlerimizle hayale dönüşeceği açık...

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019