Politikalarımız çıkarlarımız ile örtüşüyor mu?

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Ekonomimizin gündemi 90’lı yıllara dönüş işaretleri veriyor. Sabahtan akşama döviz kuru, faiz, şirket ve hane halkı borçlarındaki yükseliş ile ilgili haberleri izliyoruz. Hükümet de iyimserlik yaymak için büyümeye yükleniyor; üçüncü çeyrekteki sıçrama sayesinde 2017 büyümesinin yüzde 6’ya çıkabileceğini söylüyor. Ancak göstergelerdeki bozulma eğilimininin sürmesi, büyümedeki sürdürülebilirlik sınırlarının zorlandığını gösteriyor. 2018 ile ilgili büyüme beklentileri yüzde 3.5’i aşmıyor. Belli ki ülkemizin temel dinamiklerinde kalıcı büyümeyi destekleyecek bir iyileşme gözlenmiyor. Zaten bizim de ötedenberi en fazla vurguladığımız açmazlarımızdan biri, dibe vurduğumuz için mecburen başlattığımız reform süreçlerini bile, biraz rahatladığımızda terkedecek kadar mevcut yapıya ve sorunlu dinamiklerine bağımlı kalmamız, kendimizi dönüştürmekten ve kalıcı çıkış yolu arayışından kaçınmamız. Oysa bu kısır döngüden kurtulamazsak, süreç içinde toplumun çoğunluğunun kendini kaybedenler tarafında hissetmesi muhtemel. Bu da politikacıların dikkate alması gereken hayati bir sorunsal.

AB’ye yakınsamak hayati

Bu açıdan son beş yılda yapmamız gerekenlerle yaptıklarımız arasındaki farkları irdelememizde yarar var. Öncelikle ulaşmak istediğimiz hedefi simgeleyen gelişmiş piyasa ekonomileri ve onların toplaştığı batı bloku ile ilişkilerimize hiç özen gösterdiğimiz söylenemez. Üstelik uzun refah arayışımız boyunca sınai ve ticari kurumlarımızın gelişmesi, teknoloji transferi ve yatırımlar bağlamında sürekli referans yaptığımız ve destek aldığımız ülkeler de onlar. Halen dış kaynak girişlerinin büyük çoğunluğu batı bloku’ndan,özellikle AB ülkelerinden geliyor. İhracatımızın da büyük ve daha nitelikli bölümünü aynı ülkelere yapıyoruz. 2001 sonrasındaki reform sürecinin ve ekonomik başarının en önemli yapı taşlarından biri olan AB sürecini de neredeyse dondurduk; hatta bu yakınsamadan vazgeçtiğimizi düşündüren tavırlar almaya başladık. Bunun taktik bir tercih olduğu da söylenemez, çünkü sermaye temini ve ihracat bağlamında alternatif olabilecek uzak doğu ve orta doğu ülkelerinin Türkiye’ye ilgisi de Avrupa’ya yakınsamamız ile doğru orantılı olduğundan, bu tavrın bize kazandıracağı bir şey yok.Ayrıca bu kayıtsızlık, taraftar sayısı artan ve uymakta muhtemelen daha az zorlanacağımız “çok vitesli Avrupa” senaryolarının da dışında kalmamıza yol açabilir.

Öte yandan gerçekçilikten de uzak düşmemeliyiz. AB’ne baştan beri girmeyen Norveç, İsviçre ya da ikircikli bir üyelikten sonra vazgeçen İngiltere gibi ülkelerle bizim aramızda hiç bir benzerlik yok. İlk ikisi küçük nüfuslu , teknoloji ve petrol zengini yüksek refah ülkeleri; İngiltere ise başta parasal birlik olmak üzere hiçbir siyasal nitelikli kurumuna girmediği AB’nin finans merkezi olacak kadar gelişmiş bir piyasa ekonomisi. İngiltere’de Brexit’e yol açan tedirginliğin temel nedeni, AB’nin milli geliri arttırsa da verimliliğe bir katkı yapmaması ve bir rantiye ekonomisi yaratması. Politikacılar, daha verimli ve üniversite ile içiçe bir sanayi, daha yenilikçi bir girişimcilik ve daha rekabetçi bir ekonomiyi AB dışında fakat onun doğal müttefiki olarak daha kolay yaratabileceklerini düşünüyorlar. Yani İngiltere gibi ileri bir ülke bile rekabette geri kalma kaygısıyla yerleşik kurumlarında yapısal değişimi amaçlıyor. Bize gelince, hemen her alanda AB ortalamasının altında kaldığımız için bu yakınsamadan bir zarar görmeyeceğimiz gibi dış ticaret, dış yatırım ve kurumsal altyapı konusunda mevcut kazanımlarımızı koruyup güçlendirmek ve verimliliği arttırmak için aksine ona ihtiyacımız var.

Hormonlu büyüme yerine ihracat ve turizm

AB ilişkilerinde kötüleşmenin son belirtisi, “katılım öncesi fonlar” da Türkiye’ye ayrılan payın kısılması kararı. Yetkililerimizin bunu bir sinyal olarak algılayıp düzeltici politikalar geliştirmek yerine, ekonominin yüz milyarlarca euroluk kaynak ihtiyacı içinde 105 milyonluk bu kısıtlamanın bir kıymeti harbiyesi olmadığını belirtmeleri hatalı. Çünkü diğer uluslararası kurumlar gibi AB açıklamaları da yatırımcılar ve ticari bankalar için yol gösterici bir nitelik taşıyor. AB Maliye Bakanları’nca verilen bu kararın gerekçesi “AB standartlarından sapma”. Yani yatırımcıların beklentilerini netleştirmiş olan AB üyelik perspektifinin zayıflaması. Çıkarlarımız ise aksi yönde. Bu yetmezmiş gibi şimdi de AB’nin, varlık barışı ve yeniden yapılandırma düzenlemeleriyle saydamlıktan uzaklaştığı ve vergiden kaçınmayı özendirdiği için Türkiye’yi kara listeye alma ihtimalinden söz ediliyor ki, söylentisi bile risk puanı ve finansman maliyeti açısından kötü haber. Bu hususta da yakın geçmişte bazı yetkililerin, diğer ülkelerde para kaynaklarının fazlaca soruşturulmasının yatırımcıları Türkiye’ye yönelteceği gibi akla zarar görüşleri hatırlarda. Neyse ki Maliye Bakanı Ağbal, kara liste ihtimalinin olmadığını ve tereddütleri giderecek ikincil mevzuat düzenlemeleri hazırladıklarını belirtti.

Ekonomide hareket alanı daralırken bizim büyümeyi canlı tutmak için para politikasında sıkılaşmayı geciktirmemiz, üstelik maliye politikasını da gevşetmemiz tehlikeli. Ulusal parası rezerv para olan ABD bile genişlemenin sonucundan ürkerken, dövize bu derece bağımlı bir ülke olarak bizim rahatlama lüksümüz yok. Bütçe açığı içeride canlanmayı zorlaştırırken, kısa vadede hiç değilse ihracat ve turizm gelirlerini arttırmak için işe AB politikalarımızı düzeltmekle başlamamız gerekmiyor mu?

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019