YEP, McKinsey ve ötesi

Adnan NAS
Adnan NAS ASLINA BAKARSANIZ adnan.nas@stfa.com

Geçtiğimiz nisan sonundan itibaren ekonomideki göstergelerde hızlanan bozulma ve son üç ayda maruz kaldığımız döviz şoku karşısında politika tepkilerimizi kısaca tanımlamak gerekirse mehter temposunda olduğu söylenebilir. Yılın ilk yarısında yapılması gereken faiz artışının ancak eylül ayında ve vaktinde yapılsaydı olabileceğinden çok yüksek düzeyde gerçekleşmesinden sonra, 24 Haziran’dan hemen sonra ilk odaklanmamız gereken yeni ve inandırıcı ekonomik programı da ancak geçen hafta açıklayabildik. Bu arada parça parça gündeme yansımış olan mevzuat düzenlemeleri de stratejik nitelik taşımadığı ve asıl problem olan güven eksikliğini telafi etmekten çok likidite sıkışıklığını çözmeyi ya da döviz talebini kısmayı amaçladığı için hem etkileri sınırlı kaldı, hem de dövizle sözleşme yasağı gibi pozitif hukuk ile çelişkiler içerdiği için piyasadaki beklentileri olumsuz yönde etkiledi. Uzun vadeli döviz borçlusu şirketler için teknik iflası erteleyen düzenleme de çok sınırlı sayıda şirkete nefes aldıracak kozmetik bir nitelik taşıyor. Yine de, geç de olsa, temel soruna ve yaygın beklentiye ilişkin esas yanıt, yani Yeni Ekonomi Programı (YEP) açıklandı da durgunluğun resesyona ya stagflasyona dönüşmemesi konusundaki umutlarımız canlı kaldı. Hedeften sürekli sapan ve inandırıcılığını yitiren orta vadeli programlardan farklılığını vurgulayan “yeni” ibaresi de isabetli.

Yeni programın içeriği

Yeni programda öncelikle bu yıl için büyüme beklentisinin %3.8 gibi oldukça gerçekçi bir düzeye çekilmesi olumlu. Ayrıca “bankacılık sistemindeki varlıkların seküritizasyonunun destekleneceği” ifadesi, daha önce yumuşak iniş için kaçınılmaz olduğunu belirttiğimiz reel kesim borçları için kamunun katkı yapacağı bir çözüm düşünüldüğü izlenimini veriyor. Bununla birlikte şu anda en kritik ekonomik sorun durumundaki özel sektör ve hane halkı borçlarına doğrudan referans yapılmayışı da not edilmeli. İlk sekiz ayda geçen yılın iki katına çıkan bütçe açığının zorunlu kıldığı mali disiplin ve bu amaçla kamu harcamalarında tasarruf ve vergi gelirlerinin tabanın genişletilmesiyle artacağı vurgusu da önemli. Kamu alacaklarının bir daha yapılandırılmayacağı da belirtilmiş. Her ne kadar bu yılın kalan üç ayında 220 milyar Tl vergi geliri öngörülmesi izaha muhtaç ise de, bunun ve programda değinilmeyen altyapı projelerindeki hazine garantileri ve KDV iadeleri gibi diğer muhtemel harcama kalemlerinin ayrıntısını muhtemelen yıllık programda ve bütçede göreceğiz. Ayrıca güven endeksinin en fazla düştüğü sektör olan inşaat’ta da bekleyen yüklü müteahhit alacakları var.

Öte yandan programın döviz kuruna, cari açığa, enflasyona, özel sektör tasarruflarına ve gelecek yıl büyümesine ilişkin varsayımları da tartışmalı ve iyimser görünüyor. %2.3 olarak öngörülen 2019 yılı büyüme oranı, daha geçenlerde OECD tarafından %0.5’e revize edildi. Cari açığın kur artışı ve teşviklerle 2019’da %3.3’e, 2020’de %2.7’ye, enflasyonun da sıkı para ve maliye politikalarıyla 2019’da %16’ya, 2020’de %10’un aşağısına indirilmesi oldukça iddialı hedefler. Üstelik TL’de de hızlı bir değerlenme ile 2018’de 6 TL olan dolar kurunun 2019 sonunda 5 TL’ye düşeceği beklentisi programda yer alıyor.

McKinsey sendromu

Programın başarısı yatırımcı ve tüketici güveni açısından kritik önem taşıyor. Özellikle yakın geçmişte İMF ile 50 milyar dolarlık anlaşma ve yüksek düzeyli faiz arttırımı yapmasına rağmen bizden daha kırılgan olan tek ülke sayılan Arjantin’de ulusal paranın(peso) yine de değer kazanmaması bu açıdan anlamlı bir örnek. Belli ki güvenin oluşması sadece tekil tedbirlere değil, daha da fazla kurumsal yönetimde ve politikalarda istikrara bağlı. Bu nedenle Hazine ve Maliye Bakanı’nın ABD’de yatırım konferansı’nda YEP ile ilgili olarak danışmanlık şirketi McKinsey ile çalışacaklarını söylemesi, Türkiye’de yol açtığı yankıların aksine, beni pek şaşırtmadı. Neden derseniz McKinsey yönetim danışmanlığı alanında ve özellikle strateji konusunda büyük şöhreti olan bir firma; genellikle özel sektör, bazen de kamu idarelerince kritik projelerde repütasyonu nedeniyle tercih ediliyor. Ama bazılarının vurguladığı gibi bir denetim şirketi değil. Türkiye’de de bankalarda ve ilk 50’deki şirketlerde kapsamlı dönüşüm ve yapılanma projelerinde, kamu kesiminde de özelleştirme projelerinde önemli çalışmalar yapmış. Bir finansman kuruluşu da değil, bu nedenle IMF’ye benzetilmesi de doğru değil. Şirketin uzmanlığı kurumların yönetimlerine yol gösterip rehberlik etmek. Tabii küresel yatırımcıların tanıyıp güvendiği bir şirket olması nedeniyle bu açıdan olumlu bir mesaj olacağının düşünülmüş olması da ihtimal dahilinde. Sorun, muhtemelen, çalışma alanının YEP gibi hükümetin geniş kapsamlı yol haritasına, makro hedeflerin ve ekonomi politikalarının belirleneceği bakanlıklar arası bir platformun içinde takip ve kontrol gibi bir işleve ilişkin olmasının doğurduğu hassasiyetten kaynaklanıyor. Belki de Türkiye gibi orta gelirli bir ülkede bunca deneyim ve krizden sonra devlette oluşması gereken kurumsal kapasitenin yetersizliğinin itirafı gibi algılanmasından kaygılanılıyor. Oysa aslolan kimlerin danışmanlığından yararlanılacağından çok, YEP’teki hedeflere varmak için gerekli yapısal dönüşümü ve bunun maliyetini üstlenecek bir kararlılığa sahip olunup olunmadığıdır. Bu açıdan ilk engel de yaklaşan yerel seçim atmosferi gibi görünüyor.

Bazı uzmanların borçların çevrilmesi ve iflasların önlenmesi için 75 milyar dolarlık bir kurtarma paketine ihtiyaç olduğunu belirttiği bir ortamda YEP, kamu yönetiminin önüne çok zorlu, ama istenirse imkansız olmayan bir sınav koymuş durumda.

Yazara Ait Diğer Yazılar Tüm Yazılar
Seçim biter, kriz bitmez 02 Temmuz 2019
Yolun sonuna geliyoruz 11 Haziran 2019