Daha iyi bir dünyaya inandıran eller

Klasik müziğimizin dünya çapındaki elçisi, yorumuyla ruhlara dokunan piyanist, mütevazı ve sevecen Gülsin Onay, bir maratona benzeyen 2015'i, İstanbul ve İzmir'de verdiği konserlerle uğurladı. 5 kıtada 71 ülkede çalan sanatçıyla bir akşamüstü buluştuk...

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

nermin_sayin-025.jpg

Soluğumuzu tutmuş, dinliyoruz... Müzik, nazik bir deniz kıyıyı nasıl yalayıp geçerse öyle değip geçiyor yüreklerimize... Eski bir yer buluyor dokunduğu yerde, kadim bir yer. Var olduğunu o ana kadar bilmediğimiz, hatta müzik susar susmaz yine unutacağımız bir yer... Her şeyin iyi, her şeyin güzel, temiz, berrak, saf ve gerçek olduğu bir yer. İçimizdeki müzik krallığı... Gülsin Onay’ın parmaklarının ucunda Chopin, Beethoven, Schumann, Mozart veya Saygun... 

Sadece biyografisini koysam sayfanın tümünü doldurabileceğim çalışkan bir müzik arısı o: Arjantin’den Japonya’ya 5 kıtada 71 ülkede dinleyicilerin yüreğine ayna tutmuş dev bir virtüöz. Yakınlarıyla ya da artık her biri yakını olmuş sosyal medya dostlarıyla yaşamını paylaşan, mütevazı, neşeli, nazik, sevecen bir kadın... Piyanosunun başına geçti miyse bir sel, bir heyelan adetâ: İşte şimdi gözlerini yumacak, o usulcacık ilk dokunuşuyla piyanoyu “canlandıracak”, derken elleriyle bir fırtına çıkaracak, sarışın başını hafifçe eğecek tuşların üstüne; piyanoya fısıldayacak: Hadi dinleyiciyi daha güzel bir dünyaya inandıralım! Artık ne piyano var, ne elleri, ne Gülsin Onay, ne de besteci... O bir varlık; bir ruh yanlızca ve tek yoldaşı da notalar... Martılar uçuşunu, yapraklar kıpırdanışını, bulutlar süzülüşünü onun notalarına göre ayarlıyorlar... Gidilen mistik bir ülke, oradan toplanan ışık çiçeklerinden kocaman bir buket... Her bir seyirciye bir tomurcuk kamelya... Yüreklerimizde dev bir şelale, coşmuş, oh! Bu ferahlık hiç bitmese... 

Piyano başında gizemli yolculuk... 

Güzel bir İstanbul akşamüstüsünde, 4. Levent’teki evinde buluşuyoruz... 3 gün, 5 gün yılda toplasan 1 ay kalabildiği bu ev, sanki sahibesi her gün onunla ilgilenebiliyormuş gibi zarif, Gülsin Onay’ın ruhundan izler taşıyor. Çok sevdiği anneannesi Fatma Hanım’ın portresinin karşısındaki koltuğa yerleşiyoruz... Hem konserlerinde, hem özel hayatında daima şık. Zamanında Beyoğlu’ndaki özel terzilere elbiseler diktiren, şapkalarına da ayrı özenen anneannesinden geçmiş bu “huy.” Bir fotoğrafını gösteriyor; duruşuyla, havasıyla adetâ Ava Gardner bu geçmiş zaman hanımefendisi... Onay da “Anneannesinin sarışını,” diyebiliriz... Akbank Sanat konserinin bir gün sonrası, buluşma günümüz. Pera Palas'a ise iki gün var... Önce, dün akşam aklımı en çok kurcalayanı soruyorum. Piyanist konserde “nereye gidiyor?” Hangi efsunlu ülkeye? 

"Kendi evrenimi yaratıyorum" 

“Sözcüklere dökmek çok zor...” diyor ve devam ediyor: “Çalışırken insan bir sürü entelektüel çalışma da yapıyor. Bir parçanın neresinin eserin en yüksek noktası olduğu, tempolar, nüanslar, bütün bunlara çalışırken bir yandan da besteciden gelen mesajı analiz etmek... Analiz kısmı da var. Eser yerine oturduktan sonraysa artık orada kendi dünyamı yaratıyorum. Temeli; işte, tuğlaları, çatısı, her şeyi bittikten sonra, artık orada yaşamaya başlıyorum. Ve o yaşadığım zaman, artık maddesel şeyler sanki ortadan kalkıyor. Yani burada mı, şurada mı duate koyacağım, bütün bunlar bitmiş oluyor o aşamada... Artık onlar bir tarafta, yaşanan müzik bir tarafta. Sanki ben de yokmuşum, ellerim de yokmuş, piyano da yokmuş, sadece o ses dünyası varmış gibi...” 

O “ses” dünyasında bambaşka kimlikleri de var, Onay’ın... Antalya Festivali’ndeki Schumann aklıma geliyor, sonra Akbank’taki Chopin... İki gün sonraysa Pera Palas’ta Beethoven’la kesinleşiyor bu düşüncem: Tiyatro yapmışlığı var, dost sohbetlerindeki taklitleri de artık Youtube’da bile meşhur... Hatta, bir önceki gece bulduğu 12 milyon dolarlık enstrümanı taşıyan kemancıların hırsızlardan nasıl korktuğuna (!) dair skeci, sohbetimiz sırasında bana da yapıyor, kahkalarla gülüyoruz... İşte bu serdeki tiyatro sevdasının etkisi midir, bilmem, nasıl bir aktris her rolle başka birine dönüşürse, o da sanki her eserle dönüşüyor; başka başka insanlar oluyor... 

“Evet, tabii, tabii” diye onaylıyor beni; “Bir günde, bir gecede bazen yalnız tek besteci, bazen farklı eserler olabiliyor. Ama o bestecilerin, dönemin ve ruhun içine girince çok farklı şeyler yaşıyorum ve yaşatıyorum. Saygun bambaşka, Bach bambaşka...” 

"Fırtınalı" bir kadın, sahnedeki... 

Ve bu “bambaşka”lar arasında, gündelik hayatındaki o hep çok zarif, inanılmaz mütevazı, iyimser Gülsin Onay’da rastlamadığımız “fırtınalı bir kadın”da var, diyorum... Piyano başında bir fanusta gibi hissetiğini söylüyor; oradaki duygular, fırtınalar, hep fanusun içerisinde... Evet, hem dinleyicileri onunla birlikteler çıkılan bu yolculukta, hem de incecik soyut bir çizgi var sanki arada. 

“Bir süre sonra o piyanoyla, müzikle, besteciyle kavgalar çıkıyor, arkasından bir uzlaşmaya gidiliyor. Bir süre sonra da galip geliyorsunuz. ‘Benim söylediğime geldin mi’ diyen bir kadın o anda... Ama siz özelde öyle bir kadın değilsiniz” diye ekliyorum... 

“Değilim, evet” diyor. “Kayıtlarıma bakıyorum, ilginç geliyor. Başka bir insan olduğumu görüyorum orada gerçekten. Ama böyle bir hesaplı bir şey değil. Ben de bir yabancıya bakar gibi bakıyorum aslında ona...” 

Eskiden, taa Paris’te öğrencilik yıllarından beri hissettiği bir şeymiş bu Gülsin Onay’ın... Muhteşem de bir şey insanın içinden başka birinin, bir “sanatçı”nın çıkması, diye düşünüyorum, söylüyorum da... “Kesinlikle” diyor ve devam ediyor: “Ben yapıyorum belki ama, onu yapan da müzik yani, anlatabiliyor muyum? Ben ve müzik olunca olan bir şey ‘o’... Müzik olmayınca, şu sırada meselâ ben başka biriyim. Eksik. Müzik olmayınca, ben ‘o ben’ olamıyorum yani." 

Dönem dönem yaklaştığı ya da uzaklaştığı besteciler oluyor mu, diye de merak ediyorum. Oluyormuş... “Şu aralar Beethoven'a çok yakınım. Ama Chopin'den hiçbir zaman kopmuyorum” diyor. Chopin’den “kopmadığını” Pera Palas’ta da kanıtlıyor zaten... Ama ne kanıtlama... Öyle ki Chopin dinlese, bu yoruma âşık olur, bir daha George Sand’a dönüp de bakmaz bile! Ya Beethoven... “Ayışığı Sonatı”yla dinleyiciye iyilik aşıladığı Beethoven’a niye yakın şimdilerde? 

“Şu anda bana çok enerji veriyor. Enterasan tezatları var Beethoven'ın da. Tam böyle yalvarır yakarır, böyle okşarken, birdenbire nasıl bir kıyamet; sanki isyan! Ondan sonra tekrar dönüyor, bu sefer özür diler gibi... 'Öyle demek istemedim,' der gibi. Yine o melodiler insanın içine işliyor. Müthiş bir şey! Ondan sonra, o tempolarındaki elektrik nasıl muhteşem bir şey. Savuran bir şey. Belki o enerji bana şu anda çok iyi geliyor...”

'Gönül oyuncakları': Resim, doğa, yazı...

Piyanonun başına oturduğunda yepyeni bir dünya kuruyor, demiştik ya, o dünyayı beslemek de lâzım, elbette... “Nelerden besleniyorsunuz?” diye de sordum Gülsin Onay’a. İşte yanıtı: 

“Dönem dönem çok farklı şeyler yapabiliyorum. Mesela bazı dönemlerde resimlere çok ilgi duyuyorum. Bir sürü ressamı araştırıyorum, sergilere gitmeye çalışıyorum. O dönem bana resimler ilham kaynağı oluyor. Saymakla bitmez sevdiğim ressamlar ama en güzel şeyleri de Saint Petersburg’da, Paris’te gördüm. Londra’da da çok güzel sergiler gördüm... Çok seviyorum sergilere gitmeyi ama vakit de olmuyor her zaman, bazen çok az kalabiliyorum. Doğaya da merakım var, ordan çok besleniyorum, ilham alıyorum. Çiçeklere ilgim de var. Her iki evimde de -Yalıkavak ve Cambridge’de- bayağı çiçek yetiştiriyorum. Anneannem ve dedemin Erenköy’deki köşkünde 6 dönümlük bir bahçede büyüdüm; üzüm bağları, güller... Harikalar diyarı gibiydi... Ben de seviyorum bitkileri. Enteresan bir arsam var Bodrum’da, Gökçebel’de, inişli çıkışlı. Biraz Erenköy’ü hatırlatıyor. Zeytin ağaçları da var. Belki ilerde orada daha çok vakit geçirebilir miyim, bilmiyorum.” 

Çok sevdiği İstanbul'a gelince mutlaka Boğaz'a gidiyor sanatçı. Eşinin en sevdiği balıkçı Beşiktaş'ta, orada balık keyfi olmazsa olmazları... Yazıya da ilgi duyuyor. Paris'te öğrenciyken bilinmeyen bir arkadaşıyla sohbet eder gibi günlük yazarmış... “Bazılarına bakıyorum, okuyorum 14-15 yaşlarında yazdıklarımı; çok olgun, yetişkin bir insan gibi ifadeler var, ben de şimdi şaşırıyorum” diyor. Şiire de ilgisi büyük, arada hâlâ yazıyor. Ama şiirleri de besteleri gibi sadece kendisine özel... Çok ilginç, 71 ülkede konser vermiş durumda Gülsin Onay; ama bir türlü Romanya, Bükreş denk gelmemiş. Belki 2016 sanatçımıza bunu getirir.

Gelecekten umutlu

Gülsin Onay’ın hepimizin özel hayatımızda örnek almamız gereken iki önemli özelliği var: İlki vefakârlık, ikincisi de gençlere el vermek... Vefakâr diyorum, çünkü, hocası Ahmet Adnan Saygun’un eserini dünyanın dört bir köşesinde sık sık çalıyor. Bir anlamda onun seslerini dünyaya duyuruyor. “Yurtdışında Saygun’un eserini çaldığım zaman çok mutlu oluyorlar, çok beğeniyorlar” diyor. Usta besteci de zaten onu “Gönüllü empezaryom” diye çağırırmış. Asıl güzel olansa, yetiştirdiği öğrencilere de bu Saygun sevgisini aşılaması. Akbank Sanat’taki konserde Mert Yeşilmenderes’ten olgun bir Saygun yorumu dinledik meselâ. Sanat Danışmanlığını yürüttüğü Gümüşlük Festivali’nin yarışmasının adı da “Saygun.” Ayrıca gelenlerden mutlaka Saygun da çalmalarını rica ediyorlarmış. Kuşaktan kuşağa geçen bir saygı olmuş bu özetle. Olmalı da. Pekii, bu yoğunlukta öğrencilere nasıl vakit ayırıyor ve klasik müziğimizin yarınını nasıl görüyor? Türkiye’ye gelip gittikçe evine ya da provalarına geliyormuş gençler. “Sıkıştıkları zaman, bir konser ya da yarışma öncesinde dinletmek istedikleri zaman, vaktim az da olsa mutlaka dinliyorum” diyor ve ekliyor: “Çocuklarım gibi oldu hepsi... Daha eski dönemlerden Metin Ülkü var mesela, Ece Demirci var, şimdi ikisi de profösör. Onların öğrencileri de geliyor bana, onlara da torunlarım diyorum...” Asıl çalışma alanıysa Gümüşlük’teki masterclasslar. Antalya'da da upuzun masterclasslar yaptığını biliyorum. Bu yoğunluk içerisinde bunu yapabilecek çok fazla sanatçı yok. Ama Onay kararlı “El vermek lâzım” diyor ve ekliyor: “Çünkü gelecek gençlerin elinde.” Ayrıca çok da umutlu. Jüri olduğu Notre Dame de Sion Piyano Yarışması’na pek çok ülkeden öğrencilerin katıldığını, bizim çocukların hemen aradan sivriliverdiğini hatırlatıyor.

Yalnızlık reçetesi çalışmak ve sinema

Gülsin Onay, bütün büyük sanatçılar gibi “daima öğrenci” olan bir isim. Her gününün önemli bir bölümünü, hâlâ çalışarak geçiriyor. Piyanoyla 3.5 yaşındayken tanıştığına göre, bu konudaki mesaisini varın siz hesap edin. Yılda 100'ü bulduğu oluyor verdiği konser sayısının, bu da 3 günde bir konser demek. Hayatının çok büyük bir kısmı uçaklarda, otellerde geçiyor yani... Bunun yarattığı büyük yalnızlığı hesaplayabiliyor musunuz? Ama inanılmaz pozitifl iğiyle bununla da barışmış bir kadın karşımdaki. “Seyahatlerde de notalarla haşır neşir oluyorum gene” diyor. “Kafamda hep onlara çalışıyorum. Yeni eserleri okuyarak da çalışabiliyorum. Düşüncelerimle pişiriyorum, yeni şeyler yapıyorum.” 

Sinema da tutkularından biri. Cambrigde’de matematik profesörü olan, aynı zamanda çok iyi kontrbas ve piyano çalan eşi Tony Scholl’la “arada” buluştuklarında, sinema günü yaparlarmış, sabahın dördüne kadar arka arkaya birkaç film... Bu mini festivalin bir de Ankaralı dostlarla yapılanı var... Uçak yolculuklarının çok güzel filmler seyretmek için de zaman yarattığını söylüyor, en sevdikleri drama ve romantikler... Bu arada eşiyle “arada” görüşüyor dedim ya bu yoğunlukta, 21 yıldır birliktelermiş: “Çok görüşemediğimizi için taze kalıyor. Daima burun buruna kalmayın” diye de öğütlüyor.

Sosyal medyada büyük bir aile yarattı

Gülsin Onay’ın sosyal medyayla arası son derece iyi. “Çok seviyorum. Çünkü her gittiğim yere sanki birlikte seyahat ediyormuşuz gibi oluyor” diyor. Arkadaş sınırını çoktan doldurmuş, fan page sayfalarının katılımcılarıysa her gün artıyor. Bu da seyahatlerin yalnızlığına karşı önemli bir kale: “Önce ailemle haberleşeyim; ‘burada çaldım, şöyle oldu’ filan diye başlamıştım. Herkese tek tek haber vereceğime oradan bakarlar diye. Sonra öğrencilerime tavsiyelerde bulunmaya başladım. Derken büyük bir aile gibi oldu” diyor. e-kitap okumaya da alışmış, “Sevdim elektronikte okumayı” diyor. İngilizce-Almanca ve Fransızca okuyabiliyor. “Bazen okuduğum kitaplar beni çok etkiliyor” da diyor, şimdilerde müzisyenlerin yaşamlarına dair detaylar içeren “The Magic of Magnetism”i okuyor. Özellikle Charles Frohman’la ilgili bölümlerini sevmiş, “Çok çok ilginç şeyler vardı, çok eğlendim” diye ekliyor. “Müzisyenlerle ilgili okudunuz enteresan bir şey yorumunuzu etkileyebilir mi meselâ?” diye soruyorum bunun üstüne. Cevap kesin: “Etkiler... Her şey etkiler. Bazen bir çiçek bile etkileyebilir...”