Klasik müzik 'ulaşılamaz' değildir!

Antalya Piyano Festivali'nde bir konser veren dünyaca ünlü sanatçımız Hüseyin Sermet, klasik müziğin “arka planını” ele alan bir “Açıklamalı Resital” de gerçekleştirdi hafta sonunda. Sanatçıyla bu "resital"i ve klasik müzikle ilişkimizi konuştuk...

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

nermin_sayin-030.jpg

15. Uluslararası Antalya Piyano Festivali, kente “piyano mevsimi” yaşatmaya devam ediyor. Bu yıl Gürer Aykal’ın sanat yönetmenliğinde, Seren Akyoldaş’ın genel koordinatörlüğünde gerçekleştirilen festival; konserlerin yanı sıra masterclass'larla da ülkemizde klasik müziğin yarınına önemli yatırımlar yapıyor. Konservatuarlarımızda okuyan 73 öğrenci, tüm masrafları karşılanarak Antalya’ya konuk ediliyorlar; ustalık sınıfl arıyla ufuklarını açabilmek adına. Ayrıca çevre okullarda da bir dizi etkinlik devam ediyor. Sonraki festivallerde de sürdürülürse, müziğimizin yarını için önemli bir gelişme sağlayacağına inandığım bu uygulamanın “hoca” larından biri de, dünyaca ünlü piyanist-bestecimiz Hüseyin Sermet. Üstad, festivalde -neredeyse tam gün süren- masterclass'lar gerçekleştirmenin yanı sıra halka da bir “açıklamalı resital” verdi. "Açıklamalı resital” de ne derseniz, dinleyiciye yönelik hafifletilmiş bir tür masterclass diyebilirim size. Sermet, klasik müzikçilerin nasıl çalıştığını ve eserlerin arka planını daha iyi anlamız için Schumann ve Mendelssohn’un yapıtlarından örnekler vererek bizi eserlere “yaklaştırdı”, yapıtın tem’ini, bestelediği dönemin hâlet-i ruhiyesini ve bestecinin kişisel özelliklerini açıklayarak sahneleri gözümüzde âdeta canlandırdı. Ertesi gün buluştuk Hüseyin Sermet’le, o “açıklamalı resital”den yola çıkarak, klasik müziği ve önyargılarımızı nasıl yıkabileceğimizi konuştuk...

"İZAHLI KLASİK MÜZİK" 

►Açıklamalı resitalinizden seyirciler olarak çok faydalandık, öncelikle teşekkürler. Farklı ve ufuk açıcı bir programdı... Babanız Cüneyt Sermet’in “İzahlı Caz” programını hatırlattı bize, siz de gecenin sonunda andınız zaten... Sizin bu çalışmanıza da bir tür “İzahlı Klasik Müzik”ti diyebilir miyiz? Ne düşünüldü bu program hazırlanırken? 

Bu konuda bana başvurdukları zaman seve seve kabul ettim, çünkü şöyle bir imaj var insanların bir kısmının gözünde: Klasik müzikçiler sahneye siyah kıyafetlerle kravatlı, papyonlu çıkarlar, -bu bir gelenek, bir saygı. Ve bunun değişmesini ben şahsen çok arzulayan bir insan değilim.- çalarlar, selam verir, çeker giderler. Ulaşılmaz mahlûkatlar gibi bir nevi... İnsanlar bu konuda bilgili olmadıklarından, araştırmaya da gerek görmediklerinden bu önyargıyla doğup, büyüyüp, ölüp gidiyorlar. Ve ben dün akşam hepimizin insan olduğu faktörü üstüne bilhassa bu sebepten dolayı bastım. Mozart da bir insan, Beethoven de, Schubert de, hepsi bir insan. Çok kabiliyetliler, o ayrı konu. Ama insanlar tarafından, insanların algılaması için yaratılmış bir sanat kolundan bahsediyoruz. Dolayısıyla insan faktörünü hiçbir zaman unutmazsak, insanın insanla ilişkiye geçmesi o kadar zor bir şey değil. Ben bunu söylemeye çalıştım kısaca. 

Seyircilerden soru da aldınız ve bir beyefendi de dedi ki “Klasik müziği sevmek zorunda mıyız?” 

Kesinlikle sevmek mecburiyeti yok. Ama bunun tersi sevmemek mecburiyeti de yok. İnsan bilmediği şey üstünde, hiçbir şekilde bir efor sarf etmezse hiçbir zaman bilgi sahibi olamaz; dolayısıyla sevip sevmediğine kanaat getiremez. Bir kere burdan yola çıkalım. En önemli faktör Türkiye’de bu gibi kavramlar üzerinden siyaset yapılmış ve yapılıyor olması. Bunları yıkmak lâzım. “Efendim bizim geleneğimizde tek sesli müzik var. Biz bunu reddediyoruz, çünkü bizim öz kültürümüzde bu yok.” Öz kültürümüzde olmadığı bir gerçek, ama olmaması demek olmamalı mânâsına gelmiyor, bu da başka bir gerçek. Öbür tarafa gelince; bir cihetten bahsettim, öbür cihetten de bahsetmek mecburiyetindeyim. İşte “Cumhuriyet kuruldu, yaşasın Atatürk.” “En büyük Atatürk daha büyük yok” dediğimiz zaman bu memleketin bütün sorunlarını çözüyor olsaydık Türkiye’de zaten hiçbir sorun kalmamış olacaktı. Klasik Batı Müziği’yle iştigal eden kesimin bazıları da “Ah tek sesli müzik mi!” diyor. Kendisini bu şekilde davranmaya mecbur hissediyor. Zannediyor ki bu şekilde hareket ederse kendisi çok üstün, çok kültürlü bir mahlûk haline gelecek. Halbuki kendi entelektüel yapısının ne kadar sıfırın altında gezindiğini ifşa ettiğinin farkında bile değil. Kendi cahiliyetinin farkında değil, başkasına cahil diyor. Ve biz bu iki şey arasında sıkışıp kalıyoruz. 

Ben bir klasik müzikçi olarak, klasik Osmanlı müziğini çok severim. Ve neyi belirtmeye çalıştım dün akşam, ben bunlardan yola çıkarak bunları evrenselleştirmeye çalışıyorum. Çünkü o benim özkültürüm. “Özkültürümden, kökenimden kopmadan bir Türk olarak nasıl bunları verebilirim, bunu nasıl en iyi yapabiliriz?”, bizim bunları tartışmamız lâzım, gerisi boş laf. Lefter mi daha büyüktü, Metin Oktay mı? Boş laf. Bardak yarı dolu mu yarı boş mu, yarı doluya bakan hep onu görüyor, yarı boşa bakan hep onu görüyor. Halbuki uzaklaşın ki hem yarısının boş olduğunu, hem de yarısının dolu olduğunu görün. Ve ne yapmamız gerektiğini tartışalım. 

 

Bir dizi masterclass da yapıyor, gençlerle çalışıyorsunuz. Akşam klasik müzik eğitimimizdeki yanlışlara da değindiniz... 

Türkiye’de hangi konuda aksaklık yok? İstibdat diye bir kelime vardır, Abdülhamid’e atfedilir. İstibdatı hepimiz yaşadık 1960 İhtilali’nden 2000’li yıllara kadar. Hâlâ onları kırmaya çalışıyoruz. Ne demek bir asker çıkıyor, meşru hükümet üyelerini asıyor? Sen kimsin derler adama. Böyle bir zihniyetten bahsediyoruz. Bu zihniyetin nasıl bir vasat olmayan bir sistem kurabileceğini düşünüyorsunuz? Köküne bakalım. Zakkum ağacının kökü zakkum verir. Gülün kökü de gül verir, ama gülün de dikeni vardır. Her şey göreceli, daima. Şimdi burada bakmamız gereken olay şu: Türkiye 1960’lı yıllardan sonra, zaten Atatürk’ün vefatından sonra sıkıntılı bir devre girmiştik, tamamen bir “vasatistan cumhuriyeti” oldu. YÖK’ten tutun bütün sistemin değişmesi lâzım. Ve bizim ufk umuzu nasıl açarız, nasıl yaparız, bütün bunları tartışmamız lâzım. Beni Türkiye’de kaç üniversite reddetti biliyor musunuz hoca olarak? Sayısını unuttum. Neden? Kedinin olmadığı yerde fareler dans eder, cirit atar. Kedi gelmesin. Çünkü maske düşecek, kel görünecek... 

HİZMET DEĞİL, KÖTÜLÜK OLACAK 

2015’te Borusan Sanat'la bir dizi resital gerçekleştireceksiniz. Türkiye çapında belirlenen başka çalışmalarınız var mı? 

Devlet Sanatçısı olduğum için bir kere her sene gelip senfoni orkestralarıyla çalıyorum. Bu olayın bir veçhesi. Bir de özel konserler var: İşte Borusan’ın katkılarıyla oluyor, yarın öbür gün başka bir şirketin katkısıyla olur. Bu şirketler yatırım yaptıkları zaman İstanbul, Ankara, İzmir ya da şu festival bu festival şeklinde düşünülüyor. Bunu da çok normal karşılamak lâzım, çünkü ticari bir kaygıyla yapıyorlar. Ama herhangi bir şirket, bana dönüp derse ki “Biz işte şu kadar bir kaynak ayırdık. Senden Mardin, Urfa, Gaziantep, Hakkari, Ağrı’da konser vermeni rica ediyoruz. Kabul eder misin?” Ben seve seve, koşa koşa giderim. Onlara tek söyleyeceğim, soracağım şey “Arkadaşlar seve seve yapacağım. Konser salonu olup olmaması da önemli değil. Ama konser piyanosu olması ve iyi bir akortçuyla onun dolaşması inanılmaz önemli. Eğer bana bunu garanti edemiyorsanız kusura bakmayın.” İcabında bana 1 milyon dolarlık kaşe çıkartmış olsunlar 5 konser için -ha 1 milyon dolar dile kolay, kimse kazanmıyor”- inanın reddederim. Çünkü o zaman hizmet etmeyeceğim, kötülük edeceğim. 

Açıklamalı resitalde söylediniz, bazı yorumcularla bazı eserler birine yakışır ve ortaya farklı bir şey çıkar. Sizin besteleriniz için böyle bir yorumcu telaffuz edebilir misiniz? 

Kesinlikle hayır. Çünkü çok az çalınıyor şartlardan dolayı. Tutumumu görüyorsunuz, fi kirlerimi nasıl dobra olarak söylediğimi de görüyorsunuz. Söylediğim şeylerden dolayı ben siyasi olarak bu memlekette ne İsa’ya ne Musa’ya yaranamam. Dünyada da aynı şey. Çünkü benim yazdığım eserlerin seslendirilmesi son derece zor. Neden, hangi sebeple? Meselâ canım çektiği için iki piyano kullanıyorum tek piyano yerine. “Yav diyorlar niçin tek piyanoya bunu indirgemiyorsun?” Aynı tınıyı almayacağım ki. Ben tınının peşinde koşuyorum. Üstelik her piyanoda ikişer tane piyanist olması elzem. İki piyano, dört piyanist diğer sazları saymıyorum. Siz bunu kolay kolay seslendiremezsiniz, çünkü alışılagelmiş bir topluluk değil. Ve yaylı saz dörtlüsü ya da yaylı saz triosu piyanolu trio dediğiniz zaman kurulmuş gruplar var. Bunlar eseri repertuara alabilir. Ama böyle bir eser için siz adam toplamak mecburiyetindesiniz ve her birine de kaşe çıkarmak mecburiyetindesiniz. Onun için icrası biraz zor ve meşakatli. 

Pekii, piyanist olarak hangi besteciyi kendinize çok yakıştırıyorsunuz? 

Besteciden ziyade, çeşitli bestecilerin çeşitli eserleri... O eserlerde kendimi daha yatkın, daha rahat hissedebilirim. Meselâ Mendelssohn'un 500 milyon tane piyano eseri var ama ben hepsini çalmıyorum. Brahms çok severim. Fransız bestecilerini çok severim; Ravel, Debussy. Bartok hastasıyım ama kimse Bartok istemiyor. Herkes bir deha olduğunu kabul ediyor, ama satışı çok zor diyorlar. Mozart çok seviyorum bir de son zamanlarda.

Her sabah koyun bir CD...

Diyelim ki belli bir yaşa gelmiş insanlarız, klasik müziğe de ilgi duyuyoruz, insiyak olarak hoşlanıyoruz ama hiçbir bilgimiz yok, dolayısıyla derinleşemiyoruz. Sizden öneri alabilir miyiz, ne yapabiliriz, nasıl başlayabiliriz öğrenmeye? 

Güzel bir örnek vermiştiniz akşam... Ne demiştim: Sabah traş olurken; makyaj yaparken CD’yi koyun, kulağınıza gelsin o ses. Siz onu dinlemeyin bile, o gelir size. Kulak aşinalığı denen şey oluşmaya başlar. Bir ay boyunca aynı eserin, aynı kısmını. Bir ay sonra, -bakın hiç 2., 3. kısımları dinlemediniz- başka bir CD alın, başka bir şef, başka bir orkestradan. Ondan aynı kısmı koyun, gene traş olun, makyaj yapın. “Ya n’oluyor burada?” diyeceksiniz, irkileceksiniz, anında. Birinin temposuna, nüansına alışıyorsunuz bir noktadan sonra nerede ne olacağını üç aşağı beş yukarı tayin edip beklemeye başlıyorsunuz. Birden onun şekli birazcık değişiyor. Eğer kulak aşinalığından kaynaklanan bir merak uyanırsa arkası yavaş yavaş gelir. “Biz Türk müziğini çok seviyoruz, Batı müziğini anlamıyoruz” diyen kesim neden böyle söylüyor? Çünkü en ufak bir efor sarf etmemiş. Uzaktan duyduğu zaman, hele bizim “kahraman Türk orkestralarının” icralarını duyarsa, bu keçiboynuzu nedir, der, haklıdır demekte de. Ondan sonra da bir daha klasik müzik dinlemez. Eğri oturup doğru konuşalım.

Duşta gelen ilham

Peki şu an bir beste çalışmanız var mı? 

Projelerim var. Beste yapılmadan evvel besteyle ilgili birtakım oluşumların, fi kirlerin beyinde oluşması lâzım... Diyorlar ki “Sen niye her gün bu kadar fazla duş yapıyorsun, neden bu kadar uzun kalıyorsun?” Evet titizim, Başak burçlarının meşhurdur. Bir yandan da yıkanırken devamlı bu konular düşünülür suyun altında. Ve bazen, Paris’te evde, yıkanmam bittiği zaman bir saat daha duşun altında kalırım. “Sen ne yapıyorsun burada?” diyorlar, tabii saçma espriler de yapılıyor. Bir bilseler... Orada ben tını düşünmeye başlıyorum, şu sazla şu şekilde üstüste gelirse, yanyana gelirse ilginç tınlayabilir, diye. Vurmalı sazlardan hangi birini kullanacaksınız, nasıl birleştireceksiniz? Çünkü vurmalı dediğiniz zaman 500 milyon tane vurmalı saz var. Hangi diğer sazlar fi lan... Bütün bunlar, (gülerek) ben duştayken oluyor. Bir de yatağa yattığım zaman geceleyin..