”Ben, işin mutfağını seviyorum”
Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; Zeki Alasya
Bu haftaki konuğum, hepimizin çok yakından tanıdığı, iyi bildiği bir isim, bir usta: Zeki Alasya... Bir yağmur sonrası İstanbul'unun serinliğinde kendisiyle yeni projelerini, onların gerçekleşme olasılıklarını konuşuyor, hayal etmenin keyfini yaşıyoruz... Tabii bugünü ve dünü ihmal etmeden... Bakın anlatmaya nasıl başlıyor:
"Gerçekleştirebiliriz gerçekleştiremeyiz bilmeden söylüyorum - ama herhalde bu söyleyeceğim projelerin bir kısmını hiç gerçekleştiremeyeceğiz - çünkü insan yetmiş yaşına yaklaşınca önündeki zaman çok fazla kalmıyor. Yani tabii bunun süresini kimse biçmiyor, ama matematik olarak böyle. O zaman biraz sıkıştırmak zorunda kalıyorsunuz. Bu bir.
İki, ben yıllardır Erler Film'e dizi yapıyorum ve çok da iyi gidiyorlar. Türker Bey (İnanoğlu) sanırım bu konuda Türkiye'de bir numara. Yani gerçekten bir duayen, iyi koku alıyor, iyi biliyor işi ve de hemen hemen bütün dizileri çok uzun sürüyor. Bir dizi devam ederken bir başka projenin gerçekleştirilmesine ise pek imkân yok.
Birtakım projelerin gerçekleştirilebilmesi için para da lâzım, ama paradan daha önemlisi, - bir yerden para bulursunuz, bugünlerde sponsor olma merakı var insanlarda - zaman. Çünkü bölünemiyorsunuz. Bu yaşa geldikten sonra yirmili, otuzlu yaşlarda yaptığınız kadar saldıramıyorsunuz her şeye. Bizim Metin'le (Akpınar) öyle günlerimiz oldu ki gündüz film çekip akşam tiyatro yapıp üstelik bir de gazinoda çalışırdık bir gün içerisinde… Şimdi düşünmek bile zor geliyor bana. Kolay işler değil bunlar.
Artı, yorulmasanız da zaman gerçeği olarak yapmanıza imkan yok. Çünkü meselâ ben 'Akasya Durağı'nda hangi gün çalışacağım, hangi gün çalışmayacağım bilemiyorum. Karım da şaşırdı ne yapacağını. Bir program yapamıyoruz kendimize. Böyle olunca bir filmin veya bir başka projenin gerçekleştirilmesinin imkânı yok..."
Bir isteğin ötesine geçen, kamuoyu talebine dönüşen bir arzu var: Sizin, Metin Akpınar'la birlikte yeni bir projeye imza atmanız...
"Yıllardır seyircimiz çok üstüme geliyor. Yani işte 'niçin Metin'den ayrıldınız? Siz Metin'le ikiliydiniz, çok büyük güçtünüz. Niçin kavga ettiniz?' Çünkü bizde ayrılma hep kavga gürültü, hatta taşlı sopalı bitişler getirir akla. Basın da biraz öyle gider üstüne olayın - bu nedenle de her defasında bir tatsızlık oluyor karşılaştığımızda, artık alıştık - ama ben bıktım... Metin'e dedim ki 'oğlum artık bir şeyler yapmalıyız.'
Bir de şöyle bir talep var: 'Ya ne güzeldi! Deve Kuşu Kabare'yi yeniden canlandırsanız!' Bu neye benziyor biliyor musunuz? Şimdi efendim Fenerbahçe 1974 senesinde müthiş bir takımdı. Namağlûp şampiyon oldu falan ya birisi gelip diyor ki 'ah o takımı yeniden canlandırsanız.' Yaş ortalaması 65-75! Yani nasıl canlandıracaksınız?! Bunu düşünmüyorlar. Ama şu yapılabilir. Bizim süpervizörlük ettiğimiz, biraz öğretmen konumunda olabileceğimiz bir iş olabilir. Bu tamam."
Yeniden tiyatro?
Ya tiyatro?
"Tiyatro yapılır mı yapılmaz mı bu da tartışılır, çünkü bizim çok üstüne gittiğimiz, eleştirdiğimiz birtakım siyasiler öyle bir dönemde son derece sabırlı, son derece saygılı, son derece tahammüllüydüler. Hatta Erbakan Hoca bile... Bir gün havaalanında karşılaştık. Döndü yüzünü yürüdü. Uçakta yanıma düştü. Baksa ve gözgöze gelsek, merhaba dese bir merhaba diyeceğim benden büyük bir adam. Merhaba dememek için döndü pencereden dışarı doğru, ama bu kadar. Meselâ Süleyman Bey... Ben onunla o kadar çok uğraştım ki, bırakın sabretmeyi her fırsatta bizi övdü. Başkaları onun yanında bir şey yapmaya kalktılar, kulağıma geldi, 'sakın ha!' dedi. 'Onlar bu ülkede güldürü dünyasının imparatorlarıdır' dedi. Böyle tahammülü insanlardı.
O eski Deve Kuşu Kabare'nin gücü, işlediği politik hicivden geliyordu. Öyle bir şey yapmamıza da pek imkân bırakmayacaklardır bugün. Ne yapacaklar bu yaştan sonra bizim gibi oyuncuları?! Ama hiç öyle demeyin bakın orgeneraller, korgeneraller hepsi içerideler. Ya da kapatacaklar tiyatroyu bitecek gidecek."
Ama bir televizyon dizisi olabilir değil mi?
"Evet, ama bugün böyle bir çalışmanın politik tavrı olabilir mi? Tabii olabilir, biz yaptığımıza göre mutlaka olacaktır. Yani Metin'le Zeki neden bu kadar zamandır bir arada değil diye soranlara 'işte biz bir aradayız, bir şey yapıyoruz' diyeceğizdir. Bu, üstelik reyting açısından da baştan garantili bir dizi olacaktır, ama Metin'in bir dizisi var iyi gidiyor, benim bir dizim var iyi gidiyor. İkisinin birden kötüleşmesini de istemiyorum yeni bir dizi yapalım diye doğrusunu isterseniz."
Ben de sizi sevenler milyonlarca kişi gibi ısrarlı bir tavır izleyeyim ve sorayım: Peki bir film?
"Biz 1997'de Metin'le ayrıldıktan sonra, ayrılmak da şöyle ortak iş yapamaz olduktan sonra 1999'da 'Güle Güle'de, 2002'de 'Rus Gelin'de birlikte oynadık. 'Rus Gelin' benim yönettiğim bir filmdi. Film daha kolay, özellikle oyuncu için, yönetmen için yine zor da... Çünkü şöyle oluyor bir buçuk ay bir yerden bir vakit buluyorsunuz.
Yani soruyorsunuz ne zaman tatil verecekseniz diziye - bu sene onu da vermedik - ben o arada bir film çekmek istiyorum. İzninizi daha önceden alıyorsunuz ve yapabiliyorsunuz. Yani gerçekleştirebilecek en kolay iş bir sinema filmi. Onu da çeşitli nedenlerden dolayı yapamadık. Örneğin iyi bir senaryo gelmedi, örneğin bu sene sadece on gün tatil yapmak imkânı bulacağız gibi."
Anılarımı yazmak istemiyorum
Anılarınızı yazmayı düşünüyor musunuz?
"Bu konuda çok ısrar edenler var, bazıları sonucu göremeden sonsuzluğa uçtu gitti maalesef. Meselâ, Ahmet Küflü abim, Bilgi Yayınları'nın sahibi. Tomarla para çıkarıp 'al oğlum veriyorum sana avansını yaz hayatını' falan dedi. İstemedim yazmak nedense. Yani anılarımı yazmak çok gerçekçi gelmiyor bana. İnsanlar ne kadar samimi, ne kadar rahat, ne kadar gerçekçi olmaya çalışırlarsa çalışsınlar anılarda mutlaka bazı saptırmalar oluyor. İnsanoğlu bu! Bazen üzmemek için, bazen çok fazla deşifre olmamak için bunu yapıyorsunuz…"
Bazen de öyle hatırlıyorsunuz…
"Evet, tıpkı 'Raşomon' isimli filmde olduğu gibi. Anıları değil, ama 'Bu kent benim doğduğum kent değil' başlığı altında tanık olduğum olayları anlatmak istiyorum. Çünkü ben 68 yaşındayım, atın bunun bir on yaşını hani çevreye alışmak falan, demek ki 58 sene boyunca İstanbul'da olaylara, çeşitli dönemlere tanık ettim. Üstelik bu dönemler bu ülkenin çok garip, inişli çıkışlı grafiği olan, hakikaten enteresan dönemleriydi. İşte ne bileyim iki tane ihtilal, üç tane askeri darbe işte yaşadık... Bu tanıklıklar, bir ülkenin son elli yılı benim dürbünümden...
Ama ona da çok gitmiyor içim, çünkü herkes bir şey yazdı. Atatürk'ün uşağı, 'Atatürk'ün uşağıydım' diye yazdı. Hadi çok önemli birini yazdığı için kabul edilebilir. Ama meselâ Ayşe Hanım'ın uşağı da, ben 'Ayşe'nin uşağıydım' diye yazdı. Bu kadar tekrarlanan, ayağa düşen bir şeyi de ben tekrarlamak istemiyorum. Biraz itelemem ondandır."
Belki bir mini gösteri
Sizi sahnede görebilecek miyiz?
"Belki bu tanıklıkları bir stand-up komedi yapabilirim. Tek başıma değil, stand-up komedi doğru olmadı, yani bir mini gösteri yapabilirim. Kızım şarkıcı biliyorsunuz. Bir ekibi var, eşi piyanist, bir müzik stüdyosu var. O ekibin de, belki eski oyunculardan birkaç kişinin de katılacağı, çok kalabalık olmayan, ilk dönem kabarelerde yaptığımız gibi 100–150 kişinin izleyeceği, gece kulübümsü bir yerde gösteri yapabilirim diye düşünüyorum. Yapabilirim miyim, yetiştirebilir miyim, yetiştiremez miyim, vakit bulabilir miyim bilmiyorum. Ama önümüzdeki günler için yaklaşık projeler bunlar."
Vallahi güzel, yani hayalleri bile güzel…
"Evet…"
Peki, bugünlerde neler yapıyorsunuz?
"Sadece 'Akasya Durağı'… 'Akasya Durağı' çok sevilen bir dizi, sebebi de malûm, kadınlar ve çocuklar diziyi sevdiği zaman…"
Çok seyrediliyor, tekrarları bile...
"Bir kere 'Akasya Durağı' bir masal… Yani acı gerçekçilik içinde bu ülkenin kirli taraflarını, vahşi taraflarını öne çıkarmıyoruz. Fukaralık cazgırlığı yapmıyoruz. Biz kabare yıllarında, Haldun Bey'in (Taner) bir tabiridir, sivilceyi çıban yapardık. Oysa şimdi meselâ o tip bir şey yapmaya kalksak, az önce söylemeyi unuttum, her şey çıban artık. Şimdi çıbanı ne yapacağız?!
Biz, eleştirel gözle kadınların ve çocukların çok sevdiği bir masal yapıyoruz. Bizim istediğimiz bu. Onun için de çok tutuyor. Bu sene 4. seneye girdik. Dizi âlemi çok garip, vahşi bir âlemdir. Tutunamadığın zaman on bölümde kalkar. Şimdi böyle bir dünyada, böyle vahşi, acımasız bir dünyada bir dizi 4 sene sürüyorsa bu çok önemlidir."
Siz de tıpkı canlandırdığınız karakterler gibi halkın içinden bir insansınız...
"Alışverişimi eşimle beraber kendim yapıyorum. Migros'a gidiyoruz, o da bir garip tavır yaratıyor: 'Aa siz buradasınız?!' Niye burada olmayayım kardeşim benim evimin ihtiyacı yok mu? Ondan sonra herkes koşturup geliyor diyor ki diziye bayılıyoruz."
Sanırım dizinin ekibinin uyumu da önemli bu kadar uzun sürmesinde...
"Ekip çok alıştı birbirine, aile gibi olduk. Diziler yalnız başarısız oldukları için bitmezler, oyuncular kaprisli insanlardır, ben kendimi sıyırarak söylüyorum, çünkü ben hiçbir zaman oyuncu hissetmedim kendimi, oyunculukta hiç gözüm olmadı. Oyunculukta gözüm olsaydı 37 sene Metin'le olan beraberliğimiz sürmezdi.
Ben, işin mutfağını sevdim. Yani yönetmenliği çok sevdim, yazdım, çizdim, kostümleri oturdum kendim diktim vs. Oyunculuğu sevmedim. Onun için de oyuncuların kaprisli olmasından kaynaklanan bir gerçeği kendimi soyutlayarak söylüyorum. Huysuzluklar başlar. Dizi başarılı gittiği zaman biz ne olduk be, biz dağları yaratan küçük canavarlarız gibi bir hava yaratılır. Dizi ne kadar iyi para kazanıyorsa kazansın patron biraz da dişli ve güçlü biriyse bir yerden sonra çok sıkılır, kaldırır."
Sizin ağabeyliğiniz de etken olmuştur...
"Gerçekten yaş olarak da ağabeyleriyim. Hepsi tiyatro kökenli çok önemli kişiler, çok iyi sanatçılar. Böyle abi-kardeş muhabbeti içinde bazen kızdığım, sinirlendiği oluyor, katlanıyorlar bana. Çünkü biliyorlar ki kişisel nedenlerle değil, işe yönelik kızgınlıklar bunlar."
Biraz çabuk parlıyorsunuz galiba...
"Belki de... Bir kere diyabetik bir adamım, şeker hastalarının çoğunda böyle ani parlamalar söz konusu. Ama geriye dönüp baktığım zaman muhtemelen şeker hastası olmadığım dönemde de parlıyordum. Yani biriktirmem, bir kenara koymam."
Parlıyorsunuz, sonra çabuk geçiyor.
"İstiyorum ki bir şeyleri normal yollarla anlatayım. Sakin anlatmaya çalışıyorum, dinlemiyorlar, o zaman parlamaktan başka yol kalmıyor. İkincisi benim söylediklerime alt cümleyi de okuyarak doğru yaklaşırlarsa birileri, beni daha iyi anlayacaklar diye düşünüyorum."
Siz, atılımcı bir insansınız, sektörde veya sektör dışında Zeki Alasya'nın çok girişimine tanık olduk...
"Evet, yalnız tabii orada yanlışlar yaptık. Çünkü bir yatırım yapacaksanız, bildiğiniz işe yapacaksınız. Gerçi orada da başka terslikler oldu, ama bilmediğim işlere yaptığım yatırımların faturasını daha çok ödedim. Eğer sadece bildiğim işlere yatırım yapsaydım çok daha akıllı bir tavır olurdu. Balık lokantası açtım örneğin, üç yıl içerisinde 1 milyon dolar batırdım. Yazıktır. Cebimde para olduğu dönemde değil, parasızken...
Metin'le ayrıldığımız o 1997'den sonra bir koptum, bir darıldım marıldım, yapmayacağım bu işi dedim. Uğraş uğraş sonucu buysa yapmayacağım. Başka işler yapacağım dedim. Sık sık giderim balık lokantalarına, o zamanlar seviyorum da o havayı. Balık lokantası açayım dedim. Bilmediğimiz bir olaydı. Şanssız dönemlere rastladı, işte o büyük depremler falan. Neyse uzatmayalım. Biz üç sene yapacağız dedik her şarta rağmen. Kapat bırak yok, direndik...
Onun dışında meselâ yaptığımız bütün işlerde, hele bildiklerimizde para kazandık. Şunu da söylemek isterim sonuç kötüyse, sonuç zarar getirdiyse illa yanlış iş demek değildir. Paramızı tutamadık, ekonomik davranamadık. Elimiz açık, gönlümüz açık, böyle bir adamım."
Önemli olan samimiyet
Filmleriniz hâlâ çok sevilerek seyrediliyor. Ben de izliyorum. Aynı filmler, kaç defa izlemişim, bir sonraki sahnesini biliyorum, ona rağmen izliyorum. Neye bağlıyorsunuz bunu? Yeni filmlerin hiçbirini defalarca seyretmiyorum.
"Samimi filmlerdi. Biz onu Haldun Bey'le bir konuşmamızda anlatmıştık. Deliler, Vangogh bunların en önemli örneği boyayı tüpten sıkar, böyle kıpkırmızı bir şey. Vermiyon falan... Ama vermiyonu her ressam bu kadar cesur kullanamaz. Ama beyin hastalıkları olan kimseler cesaretle kullanırlar. Onların arasından büyük ressamlar, cahil adamların arasından, cahil yazarların arasından çok büyük yazarlar çıkar. Onlar Nobel almışlardır falan, araştırırsanız ilkokul mezunudurlar. Çünkü eğitimlerini tamamladıktan sonra o cesaretle, o rahatlıkla yazamazlar.
Biz, yaptıklarımızda son derece rahattık, son derece samimiydik. Yalnız ben değil tabii o dönemdeki hemen hemen herkes. Bu ülkenin dertleri vardı, sıkıntıları vardı, güzellikleri vardı, paylaşılan çok güzel şeyler vardı. Şöyle söyleyeyim 1975'ten 2000'e kadar öyle değerler yitirdik ki bu ülkede. Bir umut bazılarını geri kazanabilir miyiz? Hiç öyle gözükmüyor.
Saygı sevgi kalmadı. Yerli malına değer vermek vardı, tutumluluk vardı. Tutumluluk haftası vardı bu ülkede. Ben bugün bahsettiğim zaman tahta yumurtalar vardı ve bu yumurtalarla anamız çoraplarımızı yamardı diye, alay ediyorlar benimle."
O yıllarda, yırtık giymek ayıptı, yamalı giymek değil...
"Bitti. Ve o filmlerimizde hepsi vardı bunların. Bu sıcaklık, bu insan ilişkilerindeki doğruluklar, güzellikler. E şimdi yok. Bir de böyle insanlar dünya sinemasını aşacağız tatmini içerisinde garip garip bizden olmayan konularda cesaretle bir şeylerin üzerine gidince olmuyor. Sonuç ortada."
Zeki Alasya, belli bir yanlışlık varsa sesini yükseltir...
Sözünüzü yalnız sette birlikte çalıştıklarınıza karşı değil, birçok kişiye, birçok konuda sakınmıyorsunuz... Haksızlıklara karşı sık sık yükseltiyorsunuz...
"Şahan diye bir çocuk var. Çok da iyi oyuncu, hamuru var. Zamanlama diye bir şey vardır oyunculukta, o var. Güzel şeyler yaptı. Sonra kalktı felâket bir şey çekti... Sen bu ülkenin sanatçısı olarak halkına karşı sorumlusun. Ben her şeyi yaparım, önemli olan para kazanmak diyemezsin. Yok böyle bir şeye hakkın. Yapamaz mısın, yaparsın, o zaman da Zeki Alasya seni eleştirir. Acımasızca eleştirir. Hatta çağrı yapar gitmeyin filmlerine diye. Millet gider, yani Zeki Alasya gitmeyin dedi diye nerdeee, gider bu millet. Ama o zaman da onun kabahati değildir. Ayrıca işte eğitim ve kültür politikası falan diye uzun uzun anlatmak lâzım. Ama Zeki Alasya o zaman sesini yükseltir. Belli bir haksızlık, belli bir yanlışlık varsa yükseltir. Bu yaşta da, bu geldiği noktada da sesini yükseltmeyi hak bulur kendinde. Kırılan mı olur ne yapalım. Zaman gelir onlar bile bir gün 'haklıymış' derler. Neyi niye yaptığımı belki düşünürler yıllar sonra. Hatta benden sonra..."
"Bir daha dünyaya gelsem, yine bu Zeki Alasya olurum"
Bir daha dünyaya gelseniz...
"Bana soruyorlar, diyorlar ki 'neden paranız yok?' Cevap veriyorum şundan şundan şundan. 'E bir daha dünyaya gelseniz?' diyorlar, ben de diyorum ki bir daha bu dünyaya gelsem ben yine bu Zeki Alasya olurum. Başka bir Zeki Alasya düşünemiyorum. Başka bir Zeki Alasya olsam hakikatten çok param olurdu. Ne bileyim işte 68 yaşında banka kredisiyle zar zor bir ev almak yerine altı tane evim olurdu. Bir tanesinde otururdum, 5 tanesini kiraya verirdim. Hiç iş yapmazdım. Ama o ben olmazdım ki. Dışarıdan seyrettiğim bir başkası olurdu gibi geliyor. Başarılı girişimler oldu, başarısız girişimler oldu. İyi işler yaptık. Konuşuluyor hâlâ. Her şey bir yana Deve Kuşu Kabare bir döneme damgasını vurmuş, ciddi sayıda insanları etkilemiş, yönlendirmiş bir tiyatro hareketidir."