Bir yazar, bir gün gelip de yazma yeteneğini yitirirse

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu Erendiz Atasü

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Bu haftaki konuğum yazar Erendiz Atasü Ankara doğumlu, halen orada yaşıyor. 1968'de Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesinden mezun oldu. Aynı fakültede uzun yıllar öğretim üyesi olarak çalıştıktan sonra 1997'de Farmakognozi profesörlüğünden emekliye ayrıldı.

Ne şanslıyım ki 1982 yılında Akademi Kitabevi Öykü Yarışması'nda birinci olan "Kadınlar da Vardır" isimli ilk kitabını, Varlık Yayınları'nda bastık…

"Dağın Öte Yüzü" adlı romanı İngilizceye çevrildi ve İngiltere'de yayınlandı. "Lanetliler"  isimli öykü kitabı Almancaya, "Bir Yaşdönümü Rüyası" romanı Yunancaya çevrilip bu ülkelerde basıldı.  1996'da Orhan Kemal Roman Ödülü'nü, 1997'de Yunus Nadi, 1998'de Haldun Taner Öykü Ödüllerini aldı.

Atasü ile İstanbul Tüyap Kitap Fuarı'nda karşılaştık ve geçtiğimiz günlerde "acı bir olay!" yaşadığını öğrendik… Halen üzerinde çalıştığı, bugünkü Dünya Kitap Dergisi'nde içinden bir bölüm okuyacağınız yeni romanının önemli bir bölümü bilgisayarından silinip gitmiş... Öncelikle kendisine "geçmiş olsun" dedik ve bir yazarın aylar, yıllardır ürettiklerinin, yani birikiminin bir anda yok olmasının nasıl duygular yaşattığını öğrenmek istedik... Dedi ki:

"Demek ki çok yorgun olduğum zamanlarda bilgisayarla iş görmemem gerekiyor artık. Kendimi kaptırmış çalışıyordum. Epeyce de yorulduğumu hissediyordum, fakat devam ediyordum çalışmaya. Nasıl nereye bastım hiç farkında değilim, bilemeden 180 sayfayı silivermişim...

Şimdi benim tuhaf bir huyum var; bu, belki de biraz patolojik bir şey. Sıkıntılı bir dönemimde bir şeyimi kaybedip ferahlıyorum. Çok sıkıntılı bir dönem yaşıyordum çeşitli nedenlerden. Kitabı kaybedince aslında herhalde çok üzülmem gerekiyordu, üzüldüm de tabii, ama yani gerektiği kadar üzülemediğimi (! ) fark ettim. Belki bu bana bir darbe oldu. Yani 'Erendiz kendine gel, kendini vara yoğa üzme, bak başına neler gelebiliyor,' diyen bir darbe oldu belki...

Önce şöyle düşündüm: 'Kurtarılabilir bu' dedim, ama kurtaramadık. Bir kısmının elyazısı müsvetteleri vardı, çok az bir kısmı da, 'removable disk' mi diyorsunuz - aklım ermiyor o teknik tabirlere - orda depoluydu. Elyazılı o müsvetteler sayesinde çok büyük bir kaybım olmadı, yalnızca 20 sayfayı yitirmiş oldum."

Anımsamanın zaferi

Ve onları oturup yeniden yazdınız...

"O elyazılarını bilgisayarın karşısına geçip tekrar yazmak gözümde büyüyordu tabii, fakat şöyle hoş bir şey oldu: O son kaybettiğim 20 sayfayı en sondan başlayarak bölüm bölüm geriye doğru nerdeyse kelime kelime tekrar yazabildim. Onu anımsayabildiğime çok sevindim. Belki bilinçaltım anımsadığımın farkındaydı ve onun için o kadar üzülmemiştim, o da bir ihtimal..."

Yani aslında siz yıllardır elyazısıyla çalışıyordunuz, yakınlarda bilgisayara geçtiniz...

"Evet. Son zamanlarda 'bilgisayarı iyi öğrendim, artık alıştım' falan 'aman ne iyi oldu, bu da kalem gibi oldu' falan diye kendi kendime 'aferin' diyordum. O aferini hak etmiyormuşum. Ben yine el yazısıyla devam edeyim en iyisi bundan sonra…"

Ama yazdığınız bir romanı ezbere biliyorsunuz, öyle anlaşılıyor... Yüzlerce sayfa!

"Galiba öyle oluyor."

Bir roman metni, kaç kez yazınca ortaya çıkıyor... Sanırım bir kere yeterli gelmiyordur...

"Defalarca üstünde çalışıyorsunuz. Yani roman yazmak öyle bir şey ki aslında 30 kere çalışsanız her defasında değiştirilecek ya da eksik veya yarım bir şeyler bulursunuz."

Peki öyküler? Onlar nasıl yazılıyor...

"Öykü için de aynı şey geçerli, ama romanla öykü arasında zorluk-kolaylık açısından bu böyle... Ancak, verdiğiniz emeğin niteliği açısından da fark var. Öykü, daha kısa bir metin veya kısalığı da o kadar önemli değil, birkaç anda yoğunlaşan bir metin. Dolayısıyla zihnimizle kuşatmak istediğimiz o hayat alanı daha dar. Romanda hem çok geniş bir yaşam alanı, hem de çok uzun bir metin zihnimizi kuşatmak durumunda.

Onun için roman ikinci bir yaşam ortamı gibi sizi içine alıyor ve böylece kendinizi - hani o deyimi kullanmak zorundayım - şizofrenik bir ortamda buluyorsunuz. Kendi hayatınızla romanın ortamı durmadan çatışıyor. Çünkü kendi hayatınızı sürdürmek zorundasınız. Orda da problemler var, orda da ne bileyim güzel şeyler, sizden ilgi bekleyen insanlar var... Keza sorumluluklar... Ama roman bastırıyor, benimle ilgilen, benim dışıma çıkma diyor ve bir parçalanma yaşanıyor. Zor tarafı bu roman yazmanın."

Bu histen hoşlanıyor musunuz? Yoksa yıpratıcı mı geliyor?

"Yok hoşlanmıyorum, yıpratıcı bir şey. Yani o yoğun çalışma döneminde hani telefon bile çalsın istemiyorum, ama bu, tabii mümkün olmuyor. Mümkün olmayınca da bunalıyorsun. Ama şöyle belli bir yere gelip belli bir tatmine ulaştığınızda yazdığınızla, ondan sonra bir ara verdiğiniz zaman hayata böyle dört elle sarılmak çok daha güzel ve mümkün olabiliyor."

Öykü- roman arasında bir tercihiniz var mı?

"Hayır, yani içimden ne gelirse onu yazıyorum."

Roman yazmak yıpratıcı...

Roman gerçek hayatınızı daha bir zorluyor anladığım kadarıyla o yüzden söyledim.

"Zorluyor. Öykü yazmak artık o kadar yıpratmıyor, ama roman yıpratıyor, fakat söylediğim gibi içinizden ne geliyorsa onu yazıyorsunuz. Yani o yazarı seçiyor: Tema, kafanızda doğan biçim... Her konu kendi  biçimiyle birlikte doğuyor kafada, sizi o yönlendiriyor."

Siz Ankara'da yaşıyorsunuz... Başkentte olmaktan memnun musunuz? Ankara, edebiyatın biraz kıyısında kalmıyor mu?

"Ankara'da olmaktan açıkçası memnun değilim, ama İstanbul'da yaşayabileceğimi zannetmiyorum. Türkiye'nin kültür başkenti artık İstanbul oldu, bu çok açık bir şey, fakat İstanbul'da.. ilişkilerdeki.. çok ağır bir kelime olacak, ama…"

Yapaylık mı?

"Evet, böyle diyebilirniz. Ben buna uyabileceğimi zannetmiyorum. Onun için İstanbul'a yerleşmeyi düşünmüyorum. Ama Ankara'da hakikaten bir kültür susuzluğu çekiyorsunuz... Ayrıca da yazarlığın ticari tarafı için mutlaka İstanbul'da olmanız gerekiyor.

Öte yandan ben doğma büyüme bir Ankaralı olarak Ankara'nın yıkıldığını, yerle bir olduğunu ve bunun kasıtlı olarak yapıldığını görüyorum. 1994 yılından beri bunun böyle olduğuna tanık oluyorum. Bu, beni tabii çok üzüyor. Yani bir canlı varlık gibi Ankara, hasta ve can çekişiyor. Fiziksel olarak can çekişiyor. Kanalizasyonlar sokaklarda, her taraf taş yığınları ve çukurlar içersinde, yayaların gireceği hiçbir yer yok, şehrin bulvarları şehirlerarası yol düzenine sokulmuş... İnanılmaz bir şey yani, ağlamak geliyor içimden Atatürk Bulvarı'ndan geçerken… Bir de böyle bir sıkıntı yaşıyorum."

Bu sıkıntılı konudan, güzel bir konuya, edebiyata dönelim... Romanınıza... Orada da Ankara'nın çöküşü var değil mi? Ana karakter hakkında ipuçları alabilirsek okurlarımız, bugün dergide okudukları giriş bölümünden daha da keyif duyabilirler...

"Evet, yeni romanda aslında bir yerde Ankara'nın çöküşünü anlatıyorum. Yani romanın ortamı öyle diyeyim. Ana karakter, hayal kırıklığına uğramış, ama mücadeleci yanını da yitirmemiş bir kadın yazar. Kendi karakterimden ona bazı şeyler verdim, ama benimle özdeş birisi değil."

Farklı bir kitap...

 

"Çok şükür ki ben yazma yeteneğimi daha yitirmedim. Hayata karşı ona dayanarak duruyorum zannediyorum. O, yazma yeteneğini yitirmiş bir kadın. Birtakım hayal kırıklıklarına uğramış, bana göre daha çok hayal kırıklıklar yaşamış bir kadın. Bu kadın, Ankara'da ne yapardı? Onu anlatmaya çalıştım. Onun içsel yaşamını dile getirmeye çalışıyorum.  Hâlâ çalışıyorum, bilemiyorum nasıl bir kitap olacak... Daha önceki kitaplarıma pek benzemeyen bir şey olacak galiba. Hele bir sonuçlansın, bir yürüyeyim, bakalım."

Tahmini bir bitiş süresi var mı aklınızda?

"Bazen öyle bir şey oluyor ki 30- 40 sayfayı bir hafta içerisinde yazıyorsunuz, 2-3 sayfayı kıvıramıyorsunuz. Kafamda şimdi size söylemek istemediğim - sürpriz olsun - bir son sahne var. Eğer onu kıvırabilirsem yaza kadar biter, ama o sahneyi istediğim gibi yazamazsam - o zaman roman da çok şey yitirmiş olur zaten - onu beceremezsem, o zaman daha uzar…"   

Bu sürpriz sonu bu arada yazmayı hiç denediniz mi?

"Denemedim, ama bazen bölüm bölüm yazıyorum, yani başladığım kitabın yazımı illa kronolojik olarak devam etmiyor. Zaten konu da kronolojik değil, geri dönüşler var. Arada başka bölümler yazdığım, sonra aradaki bölümleri ördüğüm oluyor, ama o son kısmı yazmaya daha hiç çalışmadım..."

Defterlere mi yoksa kâğıtlara mı yazıyorsunuz?

"Bazen defterlere, bazen kâğıtlara... Deftere yazmak daha kolay, daha doğru, yani kâğıtları kaybetmemek açısından, ama o anda ne bulursam evde ona yazıyorum."

Titizlik giderek artıyor...

Yazma yeteneğini yitirmiş bir yazar... Gerçi demin biraz bunu konuştuk, ama bu konuda biraz daha derinleşsek... Meselâ böyle bir şey olsa ne yaparım? korkunuz var mı?

"Korku boyutlarında öyle bir endişem yok, eskiden ise hiç yoktu. Hatta eskiden şöyle düşünürdüm: Kafamda o kadar çok şey var ki, bunları yazmaya benim ömrüm yetmez, zaman yetmeyecek...

Evet, eskiden böyle düşünürdüm. Sonra daha seçicileşiyorsunuz ve kendinizle yarışıyorsunuz. Yani diyorum ki şu hikâyeyi yazsam ne olacak? Buna benzer bir öykü ben zaten yazmışım... Ne var yani kopya çeker gibi onun benzerini tekrar niye yazayım?! diyorum.

Kendi kendinize böyle bir eleştiri getirmeye başladığınız zaman, o vakit kafanızdaki düşüncelerin bir kısmını zaten eliyorsunuz, ister istemez malzemeniz azalıyor.

İkincisi gençlikte ve orta yaşta gerek toplumsal düzen gereği gerek de insanın yaşama azmi, coşkusu, heyecanı gereği daha çok olaydan, daha çok kişiden daha derin etkileniyorsunuz. Yaşlanma sürecine girdiğimiz zaman bu etkilenmeler azalıyor, tabii bu da malzemenizi kısıtlıyor...

İlerde yazma yeteneğimi yitirirsem ne olur? diye şimdi düşünüyorum, eskiden hiç düşünmezdim, ama yitireceğimi pek zannetmiyorum, çünkü bu bende artık altıncı his gibi bir şey oldu. İngilizlerin bir lafı vardır 'second nature' derler, altıncı his pek doğru olmadı da, ikinci tabiat, öyle bir şey...

Yani meselâ hiçbir şey yazmasam güncemi  yazıyorum, devamlı günce tutuyorum zaten."

Günce edebiyata dönüşüyor mu?

"Şimdilik hayır..."

Hiç yayınlanmadı değil mi?

"Hayır, yayınlanır mı yayınlanmaz mı onu da daha bilemiyorum. Okurlarınız azalıyor, yerine yeni okur kazanamıyorsunuz günümüzün dünyasında. Kendi yazar arkadaşlarınızın on yıl önce yazdığı ile bugün yaptıklarına bakıyorsunuz ve onlarda da bir düşüş görüyorsunuz. Ve bunun sebebinin de piyasaya uymak, okuru tavlayabilmek olduğunu görüyorsunuz.

Bütün bunlar insanda yazmaya karşı bir hafif soğukluk, isteksizlik yaratıyor. O zaman düşünüyorum, yazmaktan hakikaten soğursam ne yaparım? Çünkü yazmak gerçekten benim hem sığınağım, hem dayanağım, hem mücadele gücüm... Onu kaybedersem kötü olurum. Sahi onu kaybeden bir yazar ne olur?"

"Öykü yazmak, romandan teneffüse çıkmak gibi"

Üzerinde çalıştığınız romanın yoğunluğu arasında yeni öyküler birikiyor mu? Ondan kaçamak bir-iki tane de olsa öykü çıkıyor mu?

"Bir öykü yazdım bu arada. Birkaç öykü daha kafamda vardı, fakat onlara yoğunlaşacak zaman olamadı. Yani bu ailevi nedenlerden, kızım Almanya'daydı, tekrar yurda döndüler, onların yerleşmesi, torunun büyümesi, bilmem ne filan…"

Hayat izin vermedi yani…

"Evet, hayat bunlara izin vermedi. Dedim ya birkaç öykü taslağı kafamda var, ara ara öykü yazmak, hani romandan tenefüse çıkmak gibi oluyor aslında."

Öykü bir seferde bitiyor mu yoksa o da roman gibi tekrar tekrar mı yazılıyor?

"Öyküyü daha kolay yazıyorum, onu fark ettim, eskiden öyle değildi ama... Meselâ kâbus gibi hatırlarım 'Dullara Yas Yakışır' kitabımda - ki sevdiğim de bir öyküdür – 'Yabancı Bir Göğün Altında' diye bir hikâye vardı, onu belki birkaç senede bitirebildim, gene de çok da iyi olmadı. O, öyle kâbus gibi bir çalışmaydı. Bir tek bu son iki kitabımdaki öyküleri galiba çok rahat yazdım. Onlar öyle kafamda oluştular ve hemen aktılar."

"Büyük yazarlar, kendilerini anlamak için yazarlar.."

Edebiyat ve sanatta son yıllarda bireysellik önem kazanıyor... Çoğu kişi yalnızca kendi hayatını, sorunlarını, bunalımlarını; yani kendisinden başka kimseyi ilgilendirmeyen şeyleri yazıyor, çekiyor... Halbuki şurdan bir otobüs geçer, edebiyatçı ise, sanatçı ise o otobüse bakar ve orda kaç tane hayat varsa hayal eder, onları yazabilir... Ama öyle olmuyor, bu bireyselleşmeye ne diyorsunuz?

"Şimdi insan haliyle kendi hayatından parçalar yazıyor. Çünkü, en iyi bildiği şey kendi hayatı."

Ama herkeslerin o hayatları sıradan okuyucuları, seyircileri çok da ilgilendirmiyor diye düşünüyorum.

"Kendi hayatını yazmaktan yazmaya fark var. Yani büyük edebiyatçıları düşünelim, meselâ Dostoyevski, meselâ Stendhal romanlarında aslında kendilerini yazıyorlar, ama methetmek, savunmak, şirin göstermek ya da suçlamak için değil, kendilerini anlamak için yazıyorlar. O vakit, işte insanı anlamak oluyor."

Yani evrensel...

"Evet, bu bağlamda kendine dışından bakarak araya bir mesafe koyup kötü yanlarıyla irdeleyerek, tartışarak yazabilmek aslında bayağı cesaret isteyen bir şey, iyi bir şey. Edebiyatı kısırlaştıran bu değil, insanların kendilerine yüzeysel bakmaları, ama hep kendilerine bakmaları...

Tabii ki bir otobüs geçer, size ilham verir; bir yüz görürsünüz, herhangi bir yerde ilginç gelen bir yüz görürsünüz, o hayal gücünüzü kışkırtır, onun hakkında bir şeyler düşünürsünüz. Bir müzik sesi, ne bileyim bir kuşun uçuşu bile insana bir öykü yazdırabilir...

Martıların uçuşlarına bakarak içimde birtakım esinler doğduğunu çok iyi anımsarım. Sonra hangi öyküde onlardan yararlandım hatırlamıyorum, ama vapurla karşıdan karşıya geçerken İstanbul'da, söylediğim gibi martıların uçuşunun beni çok içsel bir şekilde heyecanlandırdığını, duygular, düşünceler, fikirler üşüştüğünü gayet iyi anımsıyorum. Bütün bunlar olmuyorsa kötü zaten. O zaman hakikaten kendinle başlayıp kendinle biten, derinleşmeyen bir yazı çıkıyor ortaya, ki ona acaba edebiyat da diyebilir miyiz? diye düşünüyorum."

Yani "yazan" olmakla "yazar" olmak farklı şeyler...

"Evet, manzume ile şiir farkı gibi. Edebiyat olan yazı ile olmayan yazının tabii ki farkı var."