Ciddi şeyler, sıkıcı olmadan anlatılabilir
Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; öykücü-romancı Murat Gülsoy
Bu haftanın konuğu, mühendislik ve psikoloji eğitimi gördü. Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Enstitüsü’nde Doçent. Biyofotonik konusunda dersler verip araştırmalar yapıyor. Lazer-doku etkileşimi, lazerle doku kaynağı, cerrahi lazer sistemi tasarımı konularında çok sayıda makalesi bulunuyor. Ancak, bizim söyleşi konumuz, eğitimini aldığı meslek değil; çünkü, kendisi çok sevdiğim, iyi bir yazar. Bu nedenle edebiyat konuşacağız. Ödülleri de var: 2001 yılı Sait Faik Hikâye Armağanı, "Bu Kitabı Çalın" adlı kitabına; 2004 yılı Yunus Nadi Roman Ödülü, "Bu Filmin Kötü Adamı Benim" isimli romanına verildi. Kitapları, aralarında Almanca, Çince, Makedonca, Rumence, Bulgarca’nın da olduğu çeşitli dillere çevrildi. Son çalışması Can Yayınları’ndan çıkan “602. Gece”de Binbir Gece Masalları’ındaki Borges’in de sözünü ettiği büyülü gecenin izini sürerek genel olarak sanat, özel olarak edebiyatta temsil meselesinin açtığı kapıdan giriyor. Gerçekçilik’i, Modernizm’i tartışıyor. Söz, Murat Gülsoy’un:
“602. Gece, Modernist edebiyatın temel felsefesinin çıkış noktalarını, ayrım noktalarını; özellikle de kendinden önceki Realist edebiyattan ayrım noktalarını birazcık netleştirmeye çabası.”
Siz bir biliminsanısınız, bu yönünüzü de biraz anlatır mısınız?
“Boğaziçi Üniversitesi’nde Biyomedikal Mühendisliği’nde şu anda doçent olarak çalışmalarımı sürdürüyorum. Konum da lazerlerin tıptaki uygulamaları. Aslında çok da sıcak, hepimizi çok yakından ilgilendiren bir konu. Gözümüzü çizdirecek miyiz, çizdirmeyecek miyiz? Bunun gibi çok hayati şeylere değiniyoruz orada. Ondan önce mühendislik okudum, elektronik mühendisliği, üstüne de psikoloji master’ı yaptım, arada bir sosyal bilimlere girip çıktım. Sonra da çalışmalarımı yine mühendislikte sürdürdüm. Aradaki bütün süreç, bütün eğitim hayatım boyunca hep edebiyatla içiçe oldum zaten. O, yeni başlamış veya son düzlükte girdiğim bir olay değil.”
Yeniden “602. Gece”ye dönecek olursak; yine sorguluyor, yanıtlar arıyorsunuz..
“Ben, bu kitapta belli bir perspektiften özellikle edebiyattaki kurmacanın ne anlama geldiğinin peşine düşmeye çalıştım. Çünkü bu, beni her zaman ilgilendiren bir konudur. Hem bir yanılsama yaratır, hem de oyunlu bir tarafı vardır. İnsanın aklını çelen, yaşamını düşündürten bir tarafı bulunur.”
Sürprizli öyküleri seviyorum
Yapıtlarınızda da insanın aklını çelmeyi, okurlarınızı şaşırtmayı seviyorsunuz...
“Sürprizler - özellikle öykülerde - tabii çok hoş bir tersine çevirme yaratıyor. Gördüğün bütün gerçeğe bir daha bakmana neden oluyor. Seviyorum gerçekten sürprizli öyküleri, ama farklı romanlar da çıktı ortaya tabii. Onların da kendilerine göre beni cezbeden yönleri vardı. Bir şeyi yazmak için önce beni cezbetmesi, heyecanlandırması gerekiyor. Çünkü ben edebiyatı, profesyonel bir iş olarak yapmıyorum. Ama dünyada bir iş olarak, bir sektör olarak da var edebiyat, bunda garipsenecek bir yan yok. Ben çok şanslıyım, hayatımı ondan kazanmıyorum ve canımın istediği gibi, beni en çok heyecanlandıran şekilde kitaplar yazıyorum, işte bunlar çıkıyor.”
Siz, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nin de Genel Yayın Yönetmeni’siniz.
“Evet, yayın kurulu toplantısından geliyorum şimdi. Orası bir üniversite yayınevi, başka bir kavram. 2004 sonunda eski rektörümüz dedi ki ‘bu yayınevini kalkındıralım, eskisi gibi olmasın, daha iyi olsun.’ Eskiden ders kitaplarına yakın şeylerin basıldığı bir yerdi, yeni bir yapılanmaya gittik. Bana bu görev verildikten sonra yayın kurulunu yeniledim. Daha önce yayıncılık deneyimi olan hocalarımız var, Tarih Kurumu Yayın Kurulu’nda olan ya da eskiden bilim yayıncılığı yapmış, yayınevi kurmuş isimler. Onlardan oluşan bir yayın kurulu topladık ve belirli ilkelerle yayıncılığa başladık.
Başlar başlamaz da sonuçlarını göremiyorsunuz, 3-4 sene alıyor. Şimdilerde şimdi gerçekten hedeflediğimiz kitapları yayınlamaya başladık.”
Neyi hedefliyordunuz?
“Bilim alanındaki uzmanlık kitaplarını tabii ki yayınlıyoruz, ama onun dışında daha genel kitleye hitap edecek popüler bilim kitaplarına da ağırlık vermeye başladık. Profesyonel bir yayınevi zihniyetiyle çalışmayı sürdürdük. 1,5 sene oluyor profesyonel bir editör arkadaşımız yayınevinin müdürlüğünü üstlendi. Dağıtım, tanıtım, kapakların yapımı, her şey profesyonel bir yayınevinde nasıl oluyorsa Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi’nde de o şekilde işliyor artık. Biz, akademik kurul olarak içerikle ilgili görüşlerimizi, çizgimizi koruyoruz, ama işleyiş profesyonelleşti. Bunun sonuçlarını da görmeye başladık. Büyük kitapçılarda kitaplarımızın birçoğunu bulmak, listelerde görmek mümkün. Bence bu, çok önemli, çünkü üniversitede üretilen bilginin mutlaka halka aktarılması lâzım. Bu, bizim Hayalet Gemi’de de aklımızda olan motivasyonlardandı. Bir şeyler öğrendik tamam, ama bunun anlatılması, çeşitli düzeylerde aktarılması lâzım. Her düzeyin belli bir alıcısı olacaktır çünkü ve ondan faydalanarak başka bir düzeye sıçrayacaktır.”
Öğretim üyeliği, yayın yönetmenliği... Zaman alan uğraşlar. Bütün bunlar, edebiyat üretiminizi etkilemiyor mu?
“Ben, bu tür bir yaşam tarzının benim için verimli olduğunu düşünüyorum. Belki de başka türlü yaşasam, sadece yazı yazsam, o kadar verimli olamam. Yani bu, böyle gelişti, beni besliyor. Zaten merak ettiğim her kitabı okuyorum. Mesela Proust’la ilgili bir kitap okuyorum. Proust, 602. Gece’de de sıkça referans verdiğim, okuma çizgimin içinde olan biri. O kitabı okuduktan sonra, yayınevine öneriyorum. Orada bakıyorlar, yayınlamaya karar veriyoruz. Türkçe’ye çevirip bu sefer daha geniş bir okur kitlesine aktarıyoruz. Böylelikle bu, vaktimizi azaltan değil, çoğaltan bir şey oluyor. Bu işler, biribirini besliyor. Sonuçta, ben vakit çaldığını düşünmüyorum, beni zenginleştirdiğini düşünüyorum. 3 tane öykü yazacağıma belki 1 tane yazıyorum, ama o 1 tane, bunlar okunarak, yaşanarak, yapılarak yazılmış oluyor.”
Yeniden kitaba dönelim isterseniz ve “602. Gece”nin özel anlamından söz edelim...
“Kitabın içeriği 3 aşağı, 5 yukarı belliydi, yazmıştım da zaten... O sıralarda kitabın diğer kısımlarıyla uğraşırken, arada sırada dinlenmek için sevdiğim yazarların eskiden okuduğum kitaplarını okuyordum. Borges’in metinlerinden birini de o sırada okudum. Beni çok ilgilendiren Don Kişot’tan, Velazquez’in Nedimeler Tablosu’ndan, Hamlet’ten bahseder orada, - bunların hepsinin ortak özelliği, kendilerinin eser olduğunu hissettirirler - Velazquez’in Nedimeler Tablosu’nun içinde ressamın kendisi de vardır ve resmetme ânını resmetmiştir aslında. Don Kişot, 2. cildin başında, 1. cildin yayınlandığını öğrenir, insanlar 1. cildi okumuşlardır onun dünyasında...
Çok hoşuma giden, aslında birçok insanın farkında olduğu bir şey bu. Popüler kültürün çok sıklıkla kullandığı bir şey farkındalık. O paragrafta diyordu ki ‘Bunların hepsi iyidir hoştur, ama en güzeli 1001 Gece Masalları’nın 602. Gece’sidir. Çünkü o gece Şehrazat, kendi hikâyesini anlatır, yani 1. geceye döneriz.’ Hâlbuki yok öyle bir şey. Ben, 1001 Gece Masalları’nı açıp baktım, yok... Ama insan, hemen yok diyemiyor. Çünkü, 1001 Gece Masalları’nın da çok versiyonları var, olabilir... Belki de Borges, böyle yanıltıcı bir espri olarak kullanmamış, gerçekten görüp de yazmıştır, diye araştırmaya başladım. Araştırırken, bu noktaya takılmış başkalarının da olduğunu fark ettim. Bu, beni başka okumalara götürdü. Modernizm - Postmodernizm sorgulamalarına girmek için hoş bir kapı oldu. Bunlar yine yazılacaktı, ama belki başka bir girişle, başka bir formla şekillenecekti. Kendiliğinden böyle bir kurgu oluştu.”
Tanpınar, Atay, Pamuk
Türk edebiyatının usta yazarları da yer alıyor kitapta...
“Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk üçlüsünün üzerinden akan ana bir taşıyıcı kolon olduğunu düşünüyorum kitapta. Onları birleştiren şeyin de bu Modernist meselenin, temsil meselesinin; biz - ben meselelerinin sorgulanması olduğunu düşünerek onları incelemeye çalıştım. Zaten çok sevdiğim, beni etkileyen yazarlar. Biraz da bütün bu incelemeler, insanın kendini incelemesi gibi oluyor. Onlara benim bakışım… Ben onlarda ne görüyorum? Belki de kendimde görmek istediğim şeyleri görüyorum. O yüzden çok öğretici oluyor bu tür çalışmalar.
Murat Gülsoy kitaplarının bir özelliği de öyküler ve romanlar, ne yazarsa yazsın, keyifle okutuyor. Her düzeyde okur, bir şeyler bulabiliyor. Bu “602. Gece” de öyle... Akademik bir kitap gibi gözükse de, rahat okunan, merak uyandıran, içinde ilginç şeylerle karşılaşılan bir çalışma...
“Ne güzel şeyler söylediniz teşekkür ederim. Bence ciddi şeyler, sıkıcı olmadan, rahat da anlatılabilir. Son dönemde akademide de şöyle bir şey var, özellikle sosyal bilimlerde, felsefede zor anlaşılır bir dil kullanmak, dil kurmak çok tercih ediliyor. Dilin felsefede zorlanması da aslında Modernistlerden devraldığımız bir şey. Mesela Joyce okumak da zordur. Dili çok eğer, büker, kırar. Dilin başka incelikleri üzerine kurar yapıtını.
Benim yapmaya çalıştığım, o düşünce egzersizini aktarmak, bir bilgiyi paylaşmak. O yüzden daha pedagojik oluyor. Belki de okulda olmamın getirdiği bir şeydir. Biraz da sevdiğim yazarlar o tarz yazarlar. Mesela John Fowles çok sevdiğim bir yazardır, çok sofistike bir yazardır, ama son derece rahattır. Hiç zorlanmadan bir best-seller okur gibi okuyabilirsiniz, ama bir best-seller değildir yapıtları. Çok satsa bile bambaşka bir derinliği vardır. Derinlik, illa dili zorlaştırarak yakalanacak bir şey değil. Olabilir de belki, ama benim tercihim diğer yönde.”
Murat Gülsoy, yaşamını edebiyattan kazanmıyor. Bu durum, onu, edebiyat yaparken daha özgür kılıyordur sanırım: Mecburiyetlerin olmaması... Pekâlâ, yıllar öncesine gidecek olursak, bir zamanlar efsane olan “Hayalet Gemi” dergisi, internet sitesinde yayıncılık da bu özgürlüğün, özgür edebiyatın ilk örnekleri miydi?
“Doğrudur. 1992 yılında çıkarmaya başladık Hayalet Gemi Dergisi’ni. Bu da şöyle bir ihtiyaçtan doğdu:
Hepimiz üniversite bitirmek üzereyiz ya da bitirmişiz, öyle bir ortamda bir grup arkadaş şunu gördük: Büyüklerimize baktık, eğer akademisyen olmamışlarsa, belli bir entelektüel iş yapmıyorlarsa bir süre sonra okumaktan yazmaktan uzaklaşıp hayatın gailesi içinde dağılıp gidiyorlar. Öyle bir dönemdi bizim o zaman baktığımızda gördüğümüz… Aman dedik biz bunu yapmayalım, bırakmayalım... Okumaktan, yazmaktan araştırmaktan hoşlanıyoruz bunları paylaşabileceğimiz bir platform olsun. Öykü yazan da, inceleme yazan da vardı aramızda...
Bir kısmımız akademik yönelimleri olan insanlardık, akademik okumalar yapıyorduk. Onları Türkçe’ye çevirmek, insanlara yaymak gibi bir misyonumuz da vardı. Şimdi aklıma gelmeyen birçok yazarın ilk Türkçe tercümeleri Hayalet Gemi’de çıkmıştır.
Bir yandan da ben öykü yazıyorum, ama biliyorum ki mevcut dergilere göndersem yayınlanmayacaklar. Kendime göre farklı şeyler yapıyorum, yaptığımı düşünüyorum... Yani büyüklerle usta - çırak ilişkisine girmek yerine kendi kendimize bir şey yapmayı tercih ettik. Böyle bir ikinci motivasyonu da vardı aslında. Ve dedik ki bu, bu farklı bir dergi olsun isminden başlayarak. İsminde de edebiyatı çağrıştıran bir şey olmasına, doğrudan doğruya edebiyat lafını etmemize gerek yok; yazıların başına bu bir denemedir, bu bir öyküdür demenin anlamı yok. Görsel malzemeyi de ona göre kullanalım, artık görsel bir çağdayız...
Bunlar gibi birçok şeyi baştan düşünüp gerçekleştirdik ve 10 yıl da düzenli bir şekilde sürdürdük. 2000’li yılların başındaki krizlerle 2001 – 2002’de kapatmak zorunda kaldık, ama bu, biraz da bizim yaşlanmamızın getirdiği bir şeydi. Çünkü ne de olsa bu, kendi kendimize yaptığımız, arkasında hiçbir finansmanı olmayan, amatör bir ruhla yapılan bir işti. O da ancak, daha gençken yapılabiliyordu. Sırtımıza dergiyi alıp gidip Beyoğlu’na gidip kitapçı kitapçı dağıtıyorduk, onlardan tahsilat yapmaya çalışıyorduk. Belli bir zamandan sonra bunu yapamıyorsunuz artık. Hayat sizi başka bir yere götürüyor.
Ama internet siteleri oluşturuldu. Özelliği de şuydu: Aslında 1 kişilik bir etkinlik değil, çok kişiyi çevresine toplayan ve her birinin de kendi yaratıcılığını gündeme getirip bir yeni açılım yarattığı bir alandı. Mesela ‘altzin’ dergisini Yekta Kopan başlattı, ne oldu Hayalet Gemi’deki arkadaşlar da onun içine entegre oldu. Ya da ne oldu oradan bir kısım gitti internette ‘altkitap’ diye bir yayınevi kurdular. Bütün bu insanların içinden bazı gruplar Açık Radyo’da programları yaptı, televizyonlara birtakım belgesel programlar hazırladılar. Bunlar, hep Hayalet Gemi’nin ruhuyla yapılan şeylerdir.”