Fiyatlar, son 3 yılda çok yükseldi

Faruk Şüyün bu haftaki konuğu; Yahşi Baraz

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Bu haftaki konuğum Yahşi Baraz, neredeyse yarım asra yakın bir süredir sanat dünyasının içinde. 1975'te kurduğu Galeri Baraz bugün 37 yaşında. Değerli birçok sanatçıya 250'ye yakın sergi açıp yapıtları elinden geçen Yahşi Baraz'la sohbetimize, son etkinliklerinden birisiyle, 2010 yılında kurmuş olduğu Galeri Baraz Yayınları ile başlamak istiyorum.

"Yayınevinde sanatseverlere Türk ve dünya sanatı hakkında kaynak kitaplar sunmayı amaçlıyoruz. Galeri Baraz Yayınları'ndan çıkan ilk kitap ‘Sanat Müzeleri' adını taşıyordu. Sırada bin 100 sayfalık bir başka kitap var, ama henüz baskıya girmedi, düzelti aşamasasında. Kitapta başımızdan geçen olaylar tek tek anlatılıyor. Bir de 1860'dan 1975'e kadar Türkiye'de açılmış önemli sergilerin bir dökümünü yaptı Oğuz Erten. Zaten kitabı da o yazdı. Orada da anlatıldığı gibi galericilikte inişli çıkışlı 37 sene geçti."

Yeni planlar, projeler var mı?

"Benim birçok projem vardı, fakat..."

Hep projeleriniz vardır sizin...

"Fakat onların çoğunu hayata geçiremedik. Benim en başından beri amacım, enternasyonal bir çalışma yapmaktı. Yurtdışında bir galeri açmak keyfiyeti vardı. Fakat bu ekonomik dalgalanmalar falan, özellikle 2001'deki..."

Nerede düşünüyordunuz? New York?

"Evet... Düşüncelerimin içerisinde Batılı bir sanat galerisiyle ortak işler yapmak, hatta ortak olmak bile vardı. Olmadı, ama devamlı çalıştığım bazı galericiler var. Orada alıp sattıklarımız da oluyor tabii. Bir muhit işte, iyi-kötü... Aslında New York'da muhit edinmek çok zor bir şeydir, yani çok snob bir şehirdir... Çok zengin olmanız lâzım o kişilerle dialogu sürdürebilmek, onların yaptığı bir davete karşı bir davet vermek için. Dedim ya onu biz hayata geçiremedik, daha çok lokal bir galerici olarak kaldık, yani Türk sanatını ülkemizde tanıtmaya çalıştık.

Tahmin etmiyorum ki bundan sonra öyle bir galeri projesi olsun yurtdışında. Burada bazı gençlerle çalışmaya gayret ediyorum. Sayısal olarak da fazlalaştığı için sanatçılar, gençlere doğru bir yönelim oldu, ben de onların üzerinde daha çok çalışmak istiyorum."

Siz, zaten uzun yıllardan beri gençlere ağırlık veren, yeni isimleri destekleyen galericilerden birisiniz.

"Amerikalı galericileri, meselâ Leo Castelli gibi önemli bir sanat galericisini düşünün; Andy Warhol, Roy Lichtenstein gibi belli düzeyde sanatçıları satarken senede birkaç defa da genç, yani ilerde meşhur olacak olanları keşfedip onları lanse etmeye çalışırlar. Ben de orda öğrendim. Aynı işlemi burada yapmaya çalıştım. Bir Adnan Çoker'i, Özdemir Altan'ı, Burhan Doğançay'ı satmaya gayret ederken onun yanında gençlere girdik ki, - 80'li yılların sonuydu - bazılarını da oldukça iyi bir duruma da getirdik. İşte Hakan Onur var, başka birkaç isim daha sayılabilir.

Fakat 2000'li yıllardan sonra galeri sayısında çok büyük bir artma oldu ve birçok yeni açılan galeri - ki çok doğal bir şeydir, genç bir galerici yine genç sanatçılarla birlikte çalışma ister, tabii biz, biraz yaşlandığımız için... - biraz daha öne çıktı gençleri tanıtmada. Ben de daha çok tanınmış isimlere tekrar döndüm. Bugün, bilinen sanatçılarla sürdürüyoruz."

USTALARLA ÇALIŞTI...

Kimler var?

"20-30 senedir çalıştığım sanatçılar: Burhan Doğançay, Adnan Çoker, Güngör Taner, Özdemir Altan, Halil Akdeniz, Bubi gibi isimler. Bu ressamlarla ayakta durmaya gayret ediyoruz."

Yani Amerika rüyası sona mı erdi?!

"Sürüyor, çünkü orası çok büyük bir pazar... Bir galerici kendi ülkesindeki sanatçıların yapıtlarını satarak var olamaz. Hem kendi ülkesindekileri, hem de evrensel boyuttaki sanatçıların yapıtlarını satmak zorundadır. Yurtdışından ülkeye kaliteli sanat yapıtları getirmek zorundadır. Ben, hep bu anlayışa inandım.

Şunu da söylemeliyim dünyada sanat merkezlerinin yeri değişti. Meselâ New York 1960'la 2000 arasında dünyanın sanat merkezi konumundaydı. Yani belki Berlin, Londra, Paris vardı, ama New York çok öne çıkmıştı. Fuarlarıyla, açılan galerilerle falan çok büyük rakamların döndüğü bir şehirdi. Fakat Berlin Duvarı'nın yıkılmasından sonra dünyada globalleşme oldu. Bu sanata da yansıdı ve bir Güney Kore, bir Japonya, hatta İstanbul son yıllarda çok önem kazanmaya başladı, ki biz bunu senelerce önce iddia ediyorduk.

Fakat Arap ülkelerinde bizden daha ileriye gidiş oldu. Çok büyük resim alımları başladı. Dubai'de, Katar'da müzeler kuruldu, Philip Johnson gibi dünya çapında mimarlarla çalıştılar. Hem klasikleri, hem çağdaşları, hem de İslam sanatıyla alâkalı şeyleri topladılar açık artırmalarda. Dolayısıyla İslam sanatı ürünlerinde çok büyük bir fiyat artışları oldu ve Türkiye'nin yapamadığı bir şeyi Arap ülkeleri gerçekleştirdi kurduğu müzelerle, topladığı şahsi koleksiyonlarla..."

GLOBALDE TÜRK RESMİ AZ...

Yalnız kendi ülkelerine değil, başkalarına da yatırım yapıyorlar, örneğin Louvre Müzesi'ndeki İslam eserleri bölümü büyüyor Arap prenslerinin yaptıkları bağışlarla...

"Milyonlarca dolar yatırılıyor. Türkiye'de de gelişmeler oluyor deniliyor, ama global olarak mukayese ettiğimiz zaman çok az Türk resimleri, Türk heykeli bu piyasalarda. Uluslararası alımlarda biz pek önemsenecek bir konumda değiliz şu an için, ama belki bundan sonraki nesillerde bir atlama olabilir.

Biz, yıllarca Türkiye'de sattık, Türk alıcılar aldılar... 2000'lerin başlarında özel müzeler kurulmaya başladı. Pera, Sabancı, İstanbul Modern gibi müzeler açıldı ve tabii devam edecek yenileri açılmaya, yani bu yönde istekler söz konusu. Meselâ Cengiz Çetindoğan'ın bir projesi var. Zaha Hadid'i biliyorsunuz mimar, ona yaptırıyor. Yani önümüzdeki  10 yıllık projeksiyon içinde gelişmeler yaşanacak diye tahmin ediyorum.

Ancak Türkiye risklerle dolu bir ülke. Meselâ sosyal değişimler, siyasi çalkantılar oluyor... Savaş şartlarının olduğu bir bölgedeyiz. Bu ekonomik iniş-çıkışlar da ilk sanatı vurduğu için bir dalgalanma her an beklenebilir. Çünkü, fiyatlar düştüğü zaman çok ciddi bir şekilde iniyor. Meselâ yüz bin dolarlık bir resim, yirmi bin dolara falan düşüyor, yine de alıcısı çıkmıyor. Evrensel boyutta alım-satım yapılmadığı için en büyük risk, o Türk resminin yurtdışı müşterileri olmaması. Türkiye'deki değerlerle alındığından bir dalgalanmada, büyük riskleri yaşanıyor."

Aslında bu sanat eserlerinin altın gibi olması lâzım değil mi? Dünyanın neresinde olursa geçerli bir fiyatı bulunmalı üç aşağı, beş yukarı... Ama bizde öyle bir şey yok. Buradaki fiyatlar, buraya ait.

"Bir çalkalanmada bütün stoklarını falan satamazsın yani."

Tabii böyle olması spekülasyonları da kolaylaştırıyor...

"Evet."

Yani bazı ressamların yapıtlarının satılmadan satılmış gibi gösterilmesi, eser fiyatlarının hop hop hop yukarı çıkması gibi durumlar yaşanabiliyor.

"Olabilir, ama Türkiye, batı'yla mukayese edilmeyecek bir sistemin içinde. Şimdi meselâ Avrupa'da, Amerika'da bir işadamı resim alırken onu 50 kere düşünür.  Yani ressamın hangi müzede resimleri var, hangi galerilerle çalışmış, işte Abrams, Kira falan bunlar kitabını basmış mı? Çünkü, kitap bastırmak da maharettir. Kendi paranla bastırabilirsin, ama yayınevleri, beğenmedikleri ressamı basmazlar. O da bir referanstır.

Dünya çapında aşağı yukarı 400-500 civarında koleksiyoncu vardır. Bu koleksiyoncuların koleksiyonuna girmiş mi bu sanatçılar diye bakarlar. Bizde bu açıdan çok sınırlı bir noktaya düşülebilir biraz kibarca söylersek. Yani öyle bir şey de yok aslında. Meselâ dünya çapındaki Morse Foundation falan, bir sürü isim sayabiliriz, onların hiçbirinde Türk ressamların yapıtları yok, ama nerede, işte Türkiye'de var, birkaç Alman aldı, Essen Collection var Viyana'da o birkaç tane aldı."

KİŞİSEL SERGİ ÇOK ÖNEMLİ...

British Museum, Victoria and Albert Museum falan da almış, yakınlarda Metropolitan, Doğançay'ı daimi koleksiyonuna kattı.

"Ama bir tane alması bir şey ifade etmiyor. Kişisel sergi açmak lâzım. Bir ressam için en büyük prestij, dünya çapında bir müzede kişisel sergi açmasıdır. Bu, henüz gerçekleştirilmiş değil. Meselâ bir Doğançay'a, bir Akyavaş'a bir Museum of Modern Art, bir Guggenheim sizin serginizi açacağız teklifiyle gelirse, işte o zaman o, dünya çapında bir valör olmaya başlıyor. Belki ileriki yıllarda olabilir...

Fakat ilk bizim sahip çıkmamız lâzım, bizim müzelerimizde bunları göstermek, onları ön plana çıkarmak... Ondan sonra da dünyaya açılmak. Çünkü kendi ressamlarımızı şunun şurasında 3-4 senedir temsil etmeye başladı müzeler. Yani bir zaman geçmesi gerekiyor dünyaya açılmak için."

Ben de 36 senedir basın dünyasındayım ve sizinle yıllardır konuşuruz Nazmi Ziya'nın fiyatı dolar bazında şu kadar arttı, Ömer Uluç şuraya ulaştı diye... Bugünkü durum nasıl?

"Çok büyük bir ilerleme oldu, ama dalgalanmalı bir şekilde. Meselâ benim 75'li yıllarda açtığım sergileri düşünüyorum Mehmet Güleryüz, Ömer Uluç, 300 ila 500 dolar dolayındaydı, Neşet Günal 800 dolardı o koca koca resimleri. Şimdi o resimler 100 bin, 200 bin dolar oldu. Böyle bir değişim yaşandı Türk resminde... Ama o yıllarda milli gelir düşüktü 500, bin dolar falan deniliyordu. Şimdi 10 bin diye bir laf var. İlgi, koleksiyoncu, galeri sayısı çok azdı. Müzeler kurulmamıştı. Arz ettiğiniz zaman talep yoktu, kim gelse 500 dolar, 300 dolardan o resimleri sattık. Fakat bir kamuoyu oluştu.

80'li yılların sonundan, özellikle Turgut Özal döneminden itibaren bir değişim olduğu için Türkiye'de bir serbesti hissedildi, bu sanata da yansıdı. 85-90 arası çok büyük bir alım başladı açtığımız sergilerle. 90'lı yılların ortalarına doğru tekrar bir kriz geldi. Yani dolar 15 lirayken 30 lira oldu 1994 yılında. Orada da bir duraklama yaşandı. Ondan sonra 1998-2000 arasında tekrar bir duraklama... Bu duraklamalar, yavaş yavaş yükselmekte olan resim veya heykel sanatında fiyat düşmesine veya durmasına sebebiyet verdi. 2003-2004'den sonra hiç beklenmedik bir şekilde 2010'a, 11'e kadar 4-5, 10 misli artmalar oldu Türk resminde. Son bir yüzyıla baktığımız zaman en büyük atlama 2007 ile 2010-2011 arasında olmuştur. Ama bu, her zaman böyle katlana katlana gidecek anlamına da gelmeyebilir.

Yalnız son üç yılda, burada tabii açık artırma merkezlerinin de çok önemi var, biraz da abartılı durumlar oldu. Bazı yanlış satışlar da yaşandı, satılmış gibi gösterildi bazı yapıtlar. Ama genel olarak eserler satıldı, fiyatlar yükseldi. Biz bunu sanatçıların davranışlarından da hissediyoruz, yani bir şeyler kazandılar muhakkak."

Ama ilgi, yalnızca büyük şehirlerde...

"Zaman içerisinde koleksiyoncu sayısı çoğaldıkça, sadece İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlere değil de diğerlerine de kültür merkezleri, müzeler falan kuruldukça, ki şu an öyle bir belirti yok, sanat ülkenin değişik şehirlerine yayıldığı zaman daha homojen bir ilişki doğacak. Almanya'da, Amerika'da, Fransa'da olduğu gibi her şehrin bir sanat merkezi, bir müzesi bulunacak, bir alım merkezi haline dönüşecek. O zaman eserler, gerçek fiyatlarını bulmuş olacak. Şimdi biraz sanal durumdayız, sadece İstanbul'daki açık artırma merkezleri yüksek fiyatlara satıyor. Bu da garantili bir satış sayılmayabilir. Başka bir şehre götürdüğünüz zaman aldığınızı, hiçbir değeri olmayabiliyor. Öyle bir konumda şu an Türk resmi.

Gerçi İstanbul'da da sınırlı... Belirli bir grubun içerisinde bir değer halinde, ama çok az, yani bugünkü Türk zenginin belki de yüzde biri falan resim satın almıştır, yüzde doksan dokuz zengin henüz resim sanatıyla ilgilenmedi gibi geliyor bana."

KOLEKSİYONCU ZEVKİ...

Ve Picasso'su olan, Van Gogh'u olan zenginlerimiz de yok, en azından bizler duymuyoruz onları.

"Meselâ Osmanlılar ilk sefaret, konsolosluk kurmuş bir devlet. Birçok sefirler gitmiş, konsoloslar gitmiş fakat dini nedenlerle oralardaki eserleri getirememişler, yani öyle bir toplumsal baskı hissedilmiş. Hattâ bizim ressamlarımız bile, Fransa'ya gitmiş olanlar, meselâ Halil Paşa'nın falan çıplak çalışmaları var, hiçbirini imzalamamışlar. Hikmet Onat da öyle, belki gümrükte bir şey olur korkusuyla falan böyle resimlerinin çoğu imzasızdır.

Yıllar sonra Türk alıcılar ilk defa Türk resmiyle tanıştılar. Bu tanışmaları da galerilerin açılmasından sonra oldu. Yani ne Resim Heykel Müzesi, ne Güzel Sanatlar Akademisi bir yerlere getirmiştir Türk resmini. Çünkü onlar çok içe dönük, kapalı bir şekilde yaşamışlardır. Herkes biribirinin resmini satın almıştır jüriler falan kurup. Yani toplumu eğitmek adına bir şey yapılmamıştır doğru dürüst. Biz, açtığımız galerilerle ilk defa koleksiyoncu zevki aşılamış olduk ve Türk resmiyle tanıştırdık.

2000'li yıllardan itibaren uluslararası fuarlar popülarite kazandı, dünya sanatıyla bağlantı kurdular. Basel, Miami, Frieze fuarları, The Armory Show New York'daki falan...

O fuarları kendileri keşfettiler. Belki dolaylı olarak biz de söylüyorduk fuarlara gidin, biz adınıza alalım malalım diye... Füsun-Faruk Eczacıbaşı, Oya-Bülent Eczacıbaşı, Sevda-Can Elgiz, Mermerciler bu fuarlardan resim almaya başladılar ve bir moda yarattılar Türk burjuvazisi içinde. Şu an hem Türk resmi alınıyor, hem enternasyonal resme girilmiş durumda."

Sanat koleksiyonlarının oluşmasında aktif rolüm oldu

"Kariyerim boyunca sanatın toplumda yaygınlaşabilmesi için çok çeşitli uğraşlarım ve çabalarım oldu. Bunların arasında en önemli görevlerden biri olarak gördüğüm; sermaye sahibi alıcı kesimle yaratıcı sanatçılar arasında kurmaya çalıştığım köprüdür. Bu alanda birçok sanat koleksiyonu oluşturma girişimim bugün beni heyecanlandırıyor. Özellikle kariyerimin son 20 yılında Türkiye'de önemli sanat koleksiyonlarının oluşmasında aktif rolüm oldu. Bir koleksiyon oluşturma her açıdan itici bir güçtür ve sanatın temel aktivitesini temsil eder. Bir koleksiyon oluşturma bir bilinç işidir ve bu çaba hem alıcı için hem sanatçı için zamana meydan okuma anlamına gelir. Her açıdan kusursuz bir biçimde oluşmuş zengin sanat örneklerini içeren bir sanat koleksiyonu düşünün; bu yükselmiş bir toplumun gelecek nesillere bırakabileceği en değerli miraslardan biridir."

1990'lardan itibaren Türkiye, sanat alanında değişim yaşadı

Bizim sanatçılarımız da yurtdışına gitmeliler, orada üretmeli, satmalılar...

"Türkiye'de atölyesi olarak değil, oralarda yaşayarak ilişkiler kurulabilir. Yani bir galerici, bir müzeci, bir küratör tanır, davet eder, bir zengin bir adam getirirler atölyelerine, o şekilde ordaki global çalışma içinde kendilerini  tanıtmaya çalışırlar. Paris, Berlin, Londra veya New York'ta o şekilde atölye kurmuş çok az kişi var Türkiye'den. Pahalı, çok riskli bir şey. Çünkü bizde ressamların çoğu devlet memuru olarak gelmişlerdir. Daha doğrusu, 2000'lere kadar öyleydi. Akademiden falan hocalardı, zaten maaşlarını alıyorlar, sanat yapmayı bir hayat memat meselesi olarak görmemişlerdi. O büyük bir handikaptı, çünkü çağdaş sanat, avantgarde sanat akademiye karşı yapılan bir sanat. Bunlar hem akademi hocasıydı, hem avantgarde yapıyorlardı! Yani bu büyük bir çelişkiydi tabii. Fakat bunu aştı Türkiye, yani 1990'lı yıllardan itibaren değişime uğradı. Kendi atölyelerini şehirlerde kurmuş olan sanatçılar, akademiyi de aşmış durumdalar. Bir de oradaki eğitimde düşme oldu, eğitim çok zayıfladı, otomatikman tasfiye oldu oradaki hocalar."