Gidenlerden kalan kitap

Faruk Şüyün'ün bu haftaki konuğu; ödüllü edebiyatçı Yekta Kopan

YAYINLAMA
GÜNCELLEME

Onu öyküleri, romanı, denemeleri, sinemadan müziğe farklı disiplinler üzerine yazıları, kurucularından olduğu ve editörlük yaptığı altkitap’ta internet ortamında yayıncılığı, seslendirdiği sinema ünlüleri, NTV’de hafta içi her gün yayınlanan kültür-sanat programı “Gece Gündüz”deki emeğiyle tanıyoruz. Bu “Haftanın Konuğu”, edebiyatıyla, sesiyle ve yüzüyle bildiğimiz bir isim: Yekta Kopan...  Son kitabı “Karbon Kopya” 2007 yılında yayınlanmış, DÜNYA Kitap’tan Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü almıştı. Bu yıl, DÜNYA Kitap Yılın Kitabı Ödül Jürisi’nde... “Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri” ile de 2002 yılının Sait Faik Hikâye Armağanı sahibi...

Yekta Kopan, 2007’den bu yana yeni bir kitap yayınlamadı. Bu arada sohbetlerimizden biliyordum ki okumaları, çalışmaları, not almaları elbette durmuyordu... Ve bunların sonucunda, önümüzdeki ayın ilk haftasında okurlarıyla buluşacak yeni öykülerinden oluşan “Bir de Baktım Yoksun” geldi... Ve söyleşimizin ilk cümlesi olarak dedi ki Yekta Kopan:

“Demek ki bu zamanı bekliyormuş ‘Bir de Baktım Yoksun’...”

Biz de merakla bekliyorduk. Çünkü, 2000’den bu yana neredeyse peşpeşe gelen kitaplarıyla bizi alıştırmıştı her yıl kendisinden bir şeyler okumaya. Acaba, “Gece Gündüz” programındaki yoğun temposunun payı var mıydı yeni yapıtların gecikmesinde?

“‘Gece Gündüz’ programı 5. senesinde ama son 3 senedir, hem içeriği, hem benim oradaki rolüm yoğunlaştığı için elbette daha çok zamanımı alıyor; eh yaşım da ilerliyor bu arada... Bütün bunlar bir araya geldiğinde… Belirttiğiniz gibi 2000 ile 2006 arasında hemen her sene bir kitap yayınladım. Bu tempo hep böyle gitmezdi ve aslında çok gerçekçi de değildi. Çünkü, ilk kitabım yayınlanana kadar yani 30’lu yaşlara kadar biriktirdiklerim vardı o yıllarda, ama ondan sonrası yeni bir üretim dönemi olacaktı. Dolayısıyla bu kitaptaki gecikme - ki bana çok da büyük bir gecikme gibi gelmiyor, ama alıştırdığım tempoya göre böyle - biraz da bundan kaynaklanıyor.”

Gece Gündüz’ün bir stüdyo programı olmaması da tempoyu artırıyor sanırım.

“Festivaller, etkinlikler, fuarlar, açılışlar, kapanışlar… Evet, tam da bu… Eğer biz bir stüdyo programı yapıyor ve ben o stüdyoda bir sunucu olarak masa başında oturuyor olsaydım, belki o kadar yorucu bir tempo yaşanmazdı. Ama tam da bildiğiniz ve dediğiniz gibi bir fuar, bir festival dönemi sizin 5-10 gününüzü bir anda alır götürür. Öncesiyle sonrasıyla bu, daha da uzar. Bunlar tabii ki benim çalışma tempomu etkiliyor.”

Bu yoğun çalışma temposunda edebiyata verilen aralar, pause’a basmalar, yapıtlarınızı nasıl etkiliyor?

“Ben, yazdıklarımdan atmayı çok severim. Bu olmamış, şu ise tam olmamış demeyi severim. Yazdığım bölümle hep bir mesafe koymak isterim arama. Ona hayran olmamak, bu ne güzelmiş, burada tam da anlatmak istediğimi anlatmışım dememek için bir mesafe... Aslında sizin deyiminizle ‘pause’a basmak, bana o imkânı sağlar. Biraz durduğum zaman - bazen bu bir kelimedir, bazen bir paragraf, bazen bir metnin kendisi - bir süre uzaktan baktığımda bu değildi, bu olmamış, bunu atalım baştan yazalım ya da bunu tümüyle fikir olarak da atalım diyebilme imkânım oluyor. Yani o yoğun çalışma temposunu yazmanın lehine kullanmaya çalışıyorum.”

Peki, seslendirmeci yönünüz? Jim Carrey’le neredeyse özdeşleşmiş, herkesin tanıdığı bir sessiniz. Hemen aklıma gelen bir diğeri, “Buz Devri”nin Sid'ini de seslendirdiniz. Ve daha birçok herkesin bildiği karakterleri... Tanınma anlamında edebiyatçılığınızın da önüne geçen bir durum olmalı bu. Seslendirmeci Yekta Kopan’la barışık mısınız?

“Başıma ilk geldiğinde beni çok üzmüş bir şeydir, şimdi ilk kez sizinle paylaşayım. Ankara’da ODTÜ’de bir panel. İlk kitabım daha yeni çıkmış. Benim için çok önemli, ellerim ayaklarım terliyor, titriyorum heyecandan. Sunumumdan sonra, bir öğrenci söz istedi ve bana şu soruyu sordu: ‘Siz, Michael J. Fox’u seslendiren kişi misiniz?’ Ve o an ben bittim, bittim. Dedim ki; ‘sen ne yaparsan yap, edebiyatta ağzınla istersen kuş tut, bu seslendirme yapan - işte söylediğiniz gibi Jim Carrey’i, Michael J. Fox’u, o çizgi karakterleri seslendiren - kişi olmaktan kurtulamayacaksın.’ Çok üzülmüş, hüzünlenmiştim kendi halime. Ama yıllar içinde o konuda da bir olgunluğa eriştiğimi düşünüyorum. Ve şimdi bu, beni aksine çok mutlu ediyor.”

Çocuklar da sizi çok seviyorlar seslendirdiğiniz çizgi film karakterlerinden dolayı, ama bu sevgi, önümüzdeki günlerde yayınlanacak bir çocuk kitabıyla daha da güçlenecek sanırım...

“Marsık’tan bir çocuk kitabım çıkacak bu hafta. Adı ‘Burun’. 6 yaş öncesi için. Aslında şöyle oldu: Marsık Yayınları bizim yayınevimiz, genel yayın yönetmeni, sahibi, editörü, karım Tanay Burcu Ural Kopan. O, kendi alanında işlerini yapıyordu, ben hiç o dünyaya girmiyordum, fakat şuna çok özeniyordum: Son 2-3 yıldır Marsık Yayınları, Burcu sayesinde uluslararası bağlantılar yapmaya ve farklı dünyaların, insanların çocuğa bakışını yakalamaya başladı. Dünyanın çeşitli yerlerinden yazarlarla çizerleri bir araya getiriyor Burcu. Bu da beni çok kıskandırıyordu. Sonuçta dayanamadım ve kısa bir öykücük, metincik yazdım. Resimli bir kitap. Burcu, Alex Pelayo isminde Şilili bir ressamla anlaştı. 1 seneye yakın sürdü çalışmalar, yazışmalar, desenler gitti geldi, gitti geldi… Şu çok ilgimi çekti: Türkiye’de, İstanbul’da oturan bir yazar metni yazıyor, yazdığı Ali isimli çocuğun dünyası, Şili’de bir başka evde bir ressam tarafından algılanıyor ve bu iki dünya birleşiyor, Türkiye’nin herhangi bir yerinde bir çocuğun alıp okuyacağı bir kitap hale geliyor. Bu, bence çok etkileyici… Dünyanın, hem yayıncılığının hem de sanatsal üretiminin gittiği yer.”

Bu, sizin ilk resimli kitabınız değil... 2005’te yayınlanan “Kara Kedinin Gölgesi”ni de Temür Köran resimlemişti...

“Evet. ‘Kara Kedinin Gölgesi’ aslında edebiyatımın derkenarıydı. Yazarken, kimi zaman bir öyküyü, kimi zaman bir öykünün bir ânını kurarken bir kenara düştüğüm notlardı. Sonra zaman içinde onları derledim, toparladım. Son zamanların en maharetli fırçalarından biri olan Temür Köran’a dedim ki ‘nasıl bir şeyler yapabiliriz, benim kısa kısa öykülerim var.’ O da ‘bana ver ve sonrasına karışma’ diye yanıtladı. Temür’ün ‘Bunlar ben de hiçbir şey uyandırmadı, hiçbir şey de hissetmedim, teşekkür ederim’ deyip iade etmesi de mümkündü. Sadece onun okumuş olması bile benim için yeterliydi. 1 hafta 10 gün kadar hiç ses çıkmadı Temür’den. Ben de hiç aramıyorum, nasıl arayabilirsiniz bir sanatçıyı üretim anında… Sonra aradı, ‘yarın buluşalım’ dedi, gittim. Okumuş, bir hafta boyunca sadece okumuş ve ondan sonra 2 gün kapanıp çizmiş…  Asla bir illüstrasyon değildi istediğim. Metinlerin Temür Köran gibi bir sanatçının kafasındaki izdüşümlerinin desen olarak yansımasıydı. Öyle de oldu. Benim için belki arada kaybolmuş, belki görülmemiş - ki o görülmek de ayrı mesele - ama çok değerli bir kitaptır ‘Kara Kedinin Gölgesi.’”

Yapıtlarınızda kurduğunuz dünyalar yalın, ama çok işlenmiş, üzerinde çok çalışılmış bir dilin ürünü. Keyifle, lezzet duyularak çalışıldığı belli...

“Bir dünyayı dille kurmaya çalışma diyelim. Ben, tümüyle dil üstünden bir metin yaratan yazarlardan değilim. Bazı yazarlar vardır, gerçekten o kadar güçlü, şiirli, fırtınalı, inişli çıkışlı bir dil kurarlar ki siz o dilin içinde döner durursunuz, damarlarınıza geçer. Bu, beni de etkiler. Ben ise bir olay örgüsünün içinde bir dünya kurmayı, dokusu, kokusu, rengi, sesleri olan bir dünya kurmayı seviyorum ve istiyorum. Bunu yaparken de elimde tek bir malzeme var: Harfler, kelimeler, cümleler; dil… O yüzden o dili, bu kurmak istediğim dünyaya hizmet edecek şekilde evirip çevirmek, onunla oynamak, eğmek bükmek, bozmak, yeniden yaratmak istiyorum ve buna çabalıyorum. Ne kadar başarıyorum bilmiyorum, ama bu benim için önemli.

Enis Batur’un ‘Sır’ - çok yenilerde okudum - kitabının alt başlığı aslında bu konudaki bakışımı da birazcık açıklıyor. ‘Bir oynaşı’ diye tanımlamış Enis Batur. Ona da buradan şapkamı çıkarıyorum. Bu iş, gerçekten bir oynaşı. İlk kitaplarımdan bu yana da kendimi eğitmeye, daha samimi olmaya çalışıyorum. Yazar her kitabında biraz daha adım atmaya çalışır, diye düşünüyorum. Bu oynaşı ya da oyun, benim okura oynadığım bir oyun değil, okurla birlikte oynadığımız bir oyun olsun istiyorum. Ona yukarıdan bakan, ‘bak ben bunları biliyorum, şimdi de seni nasıl oyuna getiriyorum’ diyen bir şey değil… Oynaşı bu yüzden çok güzel bir deyim, çünkü benim oynaştığım gibi kitabı alan da okurken oynaşacak.

Öykülerin içindeki izleklerin birbirlerine değmesi, kovalaması, kimi zaman birinde majör olan bir izleğin diğerinde minör bir konuma düşmesi, kiminde pozitif gördüğümüz bir sesin, sözün diğerinde tam tersi açıdan görünmesi, bazı duyguların biribirini tekrar etmesi, bazılarının biribirine yenik düşmesi bundan… Yani “Bir de Baktım Yoksun” üzerinde konuşacak olursak 6 öykünün de ‘bozuk’ bir örgüyle birbirine eklenmesi…”

Bir patchwork...

“Evet, bir patchwork battaniye var, ama o battaniyedeki hiçbir parça birbirinin çok benzeri, takipçisi, tekrarı, simetriği değil. Ortada örgü örmeyi bilmeyen bir örgücü var belki, ama sonuçta örülmüş bir malzeme çıkarıyor. O malzemeyi isteyen okur tekrar alıp simetrik hale getirebilir, o yapbozun bir parçası yapabilir. Yapboz meselesi beni hep çok ilgilendirir. Parça ve bütün meselesi de… Bütüne ulaşırken parçalardan faydalanırız, ama o parçaların özünü, tekil hallerini de unutmamalıyız.”

“Bir de Baktım Yoksun” daha piyasaya çıkmadı, ama ben Can Yayınları’ndan istetip okudum. Çok sevdim. “Sarmaşık”, “Portobello 22”, “Kırmızı”, “Battaniye”, “Kertenkele”, “İyi Uykular” isimlerindeki – alt başlıkları da var – 6 öyküde “baba” (önceki kitaplarda olduğu gibi), “terk eden eş”, “babanın gittiği aynı semtler”, “yazar olmaya çalışan anlatıcı”, “kavuşulamayan sevgili”, “kertenkele” gibi birçok ortak izlek var... Bu nedenle, her biri diğerinden ipuçları taşıyan bu metinler, farklı farklı biçimlerde okunabilir... İlk öykü ile son öykü de sanki biribirinin içine geçmiş gibi... İlintileri yakalamak ise ayrı bir keyifli uğraş.

“Kitaptaki öyküleri sırasıyla ya da tümüyle karışık nizam da okuyabiliriz. Kaldı ki tespitiniz çok doğru ‘Sarmaşık’ ile ‘İyi Uykular’ biribiriyle çok ilintili öyküler. Bütün öykülerde biribirinin içine geçmiş durumlar var, ama ‘Sarmaşık’ ve ‘İyi Uykular’ için bunu özellikle söyleyebilirim. Bunlar, kitabın bütün ruhunu en çok belirleyen 2 öykü. Kitabın ruhu ile ilgili söyleyeceğim bir şey daha var, belirttiğiniz gibi, baba meselesi…

Geçen yıl babamı kaybettim ve bir türlü hesaplaşamadım bu konuyla. Bunun doğallığıyla da hüznüyle de hesaplaşamadım, ne yapacağımı da bilemedim. Bundan önceki bütün kitaplarımda - bu konuyla ilgili çok da güzel bir eleştiri yazısı vardır - bir baba meselesi vardı. Bunu ben kimi kitaplarımda gerçekten fiziksel bir baba-oğul meselesi, kimi zaman bu coğrafyaya ait bir nesiller sorunu, kimi zaman iktidarla hesaplaşmanın simgesel göstergesi olarak işledim, hep bunun üstüne gittim.

Fakat şunu düşündüm babamı kaybettikten sonra: İnsan, babası hayattayken ve babası ile bunu rahat rahat konuşabilecekken bu meselenin üstüne istediği gibi gidebiliyor, sağından solundan girebiliyor. Ama sonra bir an geliyor ki baban yok ve artık o baba meselesi başka bir gerçeklik senin için, babasız kalmış olmak… ‘Aa’ dedim ‘Bu acayip bir durum.’ Bir türlü bununla hesaplaşamadım ve son 1 senenin çok uzun bir döneminde yazamadım da… Çünkü baktım ki hep aynı şeyi yazıyorum, hep aynı yere gidiyor kalemim. Ve o yer, çok sevmediğim, yapış yapış hüzün olan bir yer… Oysa babamın ölümü de, benim babasız kalmam da yapış yapış hüzünlü bir şey değil. Bu, herkesin yaşadığı bir şey ve bence eğlenceli bir yanı da, bana yeni bir kapı açacak bir yanı da olmalı. İşte bunlar kafamda dönerken, Oğuz Atay’ı, Kafka’yı okurken, benim yapabileceğim tek bir şey var, babama bir şey yazmak, ancak ona bir şey diyerek bu durumdan arınabilirim dedim. Ve son metin böyle çıktı biraz. Bu arada da bütün öyküler elden geçti tekrar tekrar ve son metnin içindeki his, bütün öykülere de sızdı. Dolayısıyla bu kitapta bir baba var.”

Sizi dinlerken şunu merak ediyorum: Bu söyleşiyi okumayıp yanıtlarınızı sesinizden dinleseler daha mı iyi olurdu? Daha mı etkileyici olurdu acaba?

“Böyle söyleyenlere hep şunu demek istiyorum: Sinemada, televizyonda duyduğunuz benim sesimi övgü dolu sözlerle, ‘sabaha kadar konuşsun, dinleriz’ diyebilirsiniz, ama gerçekte böyle bir şey olsa ne hissedersiniz?!. Bir alışveriş sırasında yanlış hatırlamıyorsam, sesimi tanıdı bir hanımefendi ‘Aa dedi ben sizin sesinize çok hayranım, sabaha kadar konuşsanız, dinlesem.’ Yanımda eşim vardı, ‘Siz onu bir de bana sorun!’ deyiverdi. İşin bir de gerçekliği var.”

Son söz, yine yeni kitap için olmalı: “Bir de Baktım Yoksun”

“Aslında gün içinde hepimizin farkında olmadan kullandığı bir eylemliliği işaret eden, hareketliliği işaret eden, ama sonucu çok da mutlu etmeyen bir şey bu yokluk… Kaybedilen bir baba, mutsuz bir evlilikte giden eş, kavuşulamayan bir sevgili, yok olan bir kedi, giden bir kertenkele, ölen bir aşk… Her şey için kullanabileceğimiz, çok gündelik, sonucu da bize hüzün veren bir cümle, bir an. ‘Geldim, bir de baktım yoksun’, ‘döndüm arkamı, bir de baktım yoksun’ deriz. Gündeliktir, hepimizin belki gün içinde farkında olmadan kullandığımız bir cümledir, ama sonu hüzünlüdür. Çünkü bir şey yoktur, eksilmiştir. Benim de hayatımda bir şey, bir şeyler eksildi… Hepimizin hayatlarından bir şeyler eksiliyor. O eksilenlerden sonra bende var olan bu kitap.” 

Harf tutkusu, işi internette yayıncılığa kadar götürdü

Siz, bir harf tutkunusunuz ve diyorsunuz ki, bir harf daha görebilmek için her şeyi yaparım. Ve belki de bu nedenle, internette yayından yanasınız, “altkitap.com”da yayıncılık yapıyorsunuz...

“‘altkitap’ın kurucusu ve editörüyüm, aynı zamanda yayın kurulundayım. ‘altkitap’tan önce ‘alt-zine’ vardı, bir dergi. ‘altzine’ kapandı. O, çok daha başka, genç, dinamik bir enerjiyi gerektiriyordu galiba… Bunu bir bayrak yarışı gibi teslim alıp devam ettirecek kuşağı bulamadık. Belki biz de orada bir sürü hata yaptık ve sonuçta kapandı. Ayrıca o da bir organizmaydı ve ömrünü tamamladı. Blog dönemi şimdi. İyi bloglar görüyorum...

‘altkitap’a gelince bence çok uzun yıllar gidecek, hatta gerçek varlığını daha da sonra bulacak bir yayınevi. Bizim sayısal yayınevi olarak tanımladığımız, internet üstünden özgün, telif, tasarımı kendine ait, içeriği belirlenmiş kitaplar yayınlayan bir yayınevi. İnsanlar ‘Hımmm bir site, değil mi?’ diye soruyorlar. Biz de diyoruz ki ‘bir site değil, yayınevi.’

Kitap bir nesnedir, onun kokusunu, dokusunu hissetmek isteriz, çok da doğaldır, böyle de olmalıdır. Bu daha böyle binlerce yıl devam edecek. O konuda hiçbir şüphemiz yok. Ama okumayı çoğaltacak her mecranın üstüne giderim ben. Bir satır daha okutacak her mecranın. Ben, çocukken yolda bulduğum gazete kâğıtlarındaki haberleri okurdum sadece bir tane fazla harf göreyim diye. Ben, harf görmenin hastasıyım, bu delilik… O yüzden de bir tane fazla harf gösterecek her fırsatın üstüne giderim. İnternet de şu anda bunun en önemli mekânlarından biri. Bizim ‘altkitap’ta yayınladığımız her kitap aynı anda Kars’ta, Van’da, İstanbul’da, Tokyo’da, New York’ta, Londra’da, Aşkabat’ta aklınıza gelebilecek her yerde Türkçe içerik okuyan herkes tarafından indirilebiliyor. Ben başka bir şeyi de önemsemiyorum. İnternetten kitap okunur muymuş, bu kitap mıymış, yayınevi miymiş, sayısal mıymış… Bunların hepsi savsata, palavra. Ben şunu bilirim: Bir Türk çalışmak için gitmiş Kazakistan’a, Brezilya’ya ve ben buradan bir kitap yayınlıyorum. Bu kitabı aynı anda, aynı koşullarla Tokat’ta Türkçe okuyan okurum da, o insan da alabiliyorsa daha ne isterim...”

Tek sözcüklerden oluşan “İki Kişilik Bir Oyun”

İstanbul Tiyatro Festivali’nde bir proje içerisinde yer alıp bir de tiyatro oyunu yazdınız değil mi? “İki Kişilik Bir Oyun.”

“Tiyatro oyunu demeyelim, aslında bir proje… Benim için çok önemli… Neredeyse ilk adımlarını beraber attığımız Dot’un, İstanbul Tiyatro Festivali için bir projesiydi ve projeyi de Bülent Erkmen yapmıştı. Bana dedi ki ‘bir proje var kafamda gel metin yaz.’ ‘Nerede oynanacak?’ ‘Dot’ta.’ Çok güzel, daha ne isterim… Tam da istediğim gibi dille oyun için fırsat. Bülent Erkmen ‘2 kişi olacak, bunlar bir labirentte ilerleyecek, yani bir kontrüksüyonun içinden geçecekler, fiziksel kısıtları olacak. Bir olay anlatacaklar, ama sadece tek kelimelik diyaloglarla.’ Yani –mı -mi eki bile koyamıyoruz, çünkü koyduğumuzda Erkmen diyor ki ‘Burada 2 kelime oldu’… ‘Yapabilir misin?’ diye sordu. Hemen ‘evet’ dedim. Tam istediğim, tam da beni heyecanlandıran bir şey. Çok da az zamanımız vardı festivalin başlamasına…

Daha sonra, Hollanda’da, İtalya’da ve Almanya’da da sahnelendi oyun. Buradan turneye gitti ve orada çok büyük bir ilgiyle karşılandığını biliyorum. Dot zaten benim kardeşim, evim gibi bir yer, ama Erkmen ile çalışmak çok büyük bir zevkti. Şimdi ne zaman görsem ışıldayan gözlerle soruyorum ‘yeni proje var mı?’ diye. Çünkü, çok büyük bir disiplin öğretisi idi benim için.”