Hayat, edebiyattan büyük
Yazar Ahmet Ümit ile tezgâhtaki en son çalışmasından yola çıkarak özel yaşamına doğru bir yolculuk...
Bu haftaki konuğum, edebiyatçı Ahmet Ümit. Yeni çalışmasından yola çıkarak özel yaşamına bir yolculuk yaptık. Sohbetimize merakla beklenen tezgâhtaki kitabıyla başladık:
"Beyoğlu'nda geçen bir hikâye, ama bu kez tarihi değil. Çünkü, peş peşe epey tarihi hikâyeler yazdım, biraz uzaklaşmak istiyorum. Bir tür kara roman bu, Fransızların 'série noir' dedikleri türde. İstanbul'a çok yakışan bir türdür o. Beyoğlu'nda geçiyor dedim ya özellikle Tarlabaşı tarafında. Çünkü, suçun yoğunlaştığı bir yer, ama sadece suçun yoğunlaştığı değil, aynı zamanda kaybeden insanların bulunduğu bir yer. Ben, bir romancının edebi bir ahlâkı varsa kaybeden insanların yanında durması gerektiğine inanlardanım. Orada Nijeryalılar, Kürtler, artık çok az kalmış Ermeniler, kumarbazlar, pavyonlar, konsomatrisler ve tabii yenileşme, yani kentsel dönüşüm var... Bu kentsel dönüşümün insanlar üzerindeki etkileri ve sosyal hayata getirdiği olumlu ve olumsuz şeyler söz konusu. Bütün bunları içeren bir polisiye roman."
Başkomser Nevzat'la yine karşılaşacak mıyız?
"Evet, başrolde yine Nevzat var. O ve ekibi cinayetler içerisinde yürüyor."
Konu, kafanızda nasıl oluştu?
"Aslında iki farklı sanat alanının beni etkilemesiyle. Elbette ofisimin bulunduğu Beyoğlu da etkiliyor, ama birisi biraz önce sözünü ettiğim kara romanlar, çok severim. Dashiell Hammett, Raymond Chandler ustalarıdır. Onların tarzı, bu romanlar Türkiye'de yazılsaydı nasıl kaleme alınırdı bir yanı. Diğeri ise Yeşilçam. Büyük melodramların anlatıldığı, meselâ 'Vesikalı Yârim'in, 'Ah Güzel İstanbul'un, 'Sevmek Zamanı'nın çekildiği Yeşilçam. Bir anlamda bir polisiye roman, ama asıl ana eksende, altta bir yerde bir aşk hikâyesi var, melodramik bir aşk hikâyesi. Bunu anlatan bir roman üzerinde çalışıyorum."
Ne zaman biter?
"Kısmetse Eylül ya da Ekim. Şöyle söyleyeyim yaklaşık dörtte birinin falan yazımı bitti. Yarısına geldim denilebilir, çünkü ben kaleme almadan önce kurguyu, bölümleri tek tek, paragraf paragraf yazıyorum."
Kafanızda bitmiş durumda yani…
"Kesinlikle, her şeyi belli… Şunu da anlatayım, aslında ben novella gibi uzun bir hikâye olarak düşünmüştüm. Bir akşam Selim İleri'yle sohbet ediyoruz, 'tezgâhta ne var ne yok?' diye sordu. Böyle bir şey var, dedim. 'Bir anlatır mısın?' deyince de anlattım. Başladı Selim ağlamaya. Lütfen harcama, bu bir novella değil, büyük bir roman, başyapıt dedi. Dönünce düşünmeye başladım, hakikaten hâlâ emin değildim. Sonra yazmaya başlayınca baktım, dişi denilen bir şey var ya öyle, hikâye açılıyor..."
Doğurgan...
"Evet, doğurgan. Kat kat karakterler açılmaya başladı. Dedim, usta doğru söylemiş Selim. Bunu roman yapayım."
"Aşk Köpekliktir" isimli hikâye kitabınız tiyatroya uyarlandı ve sahnelendi. Sevgililer Günü için yapılan "Ustalara Saygı" etkinliğinde de bu uyarlamadan bir bölüm, okuma tiyatrosu olarak seslendirildi. Sahne dünyasına ilişkin yeni projelerden söz edelim istiyorum.
"Şöyle söyleyeyim 'Aşk Köpekliktir,' Devlet Tiyatroları'nın repertuarında bir yönetmen ya da bir sanatçının ilgisini çekip sahnelenmeyi bekliyor. Ama aynı zamanda da Kadıköy'de özel bir tiyatro, önümüzdeki sonbaharda sahnelemeyi düşünüyor. 'Ninatta'nın Bileziği'ni yine Devlet Tiyatrosu'nda ya da özel bir sahnede oyun yapma projemiz var. Yine onu opera yapma projemiz söz konusu. 'Aida'yı biliyorsunuz, Mısır'ı anlatır, ama bizim Hititleri anlatan bir operamız yok. 'Ninatta'nın Bileziği' de bir destandır ve Hititler ile Mısır arasındaki Kadeş Savaşı'nı anlatır..."
Ya film projeleri?
"Epey film uyarlaması bekliyor bizi: 'İstanbul Hatırası', 'Kavim', 'Bâb-ı Esrar'..."
Gelelim "Aşk Köpekliktir"e. Daha doğrusu, niçin "aşk köpekliktir"in yanıtına...
"O kitabı 2005'te yazmıştım. Hemen şunu söyleyeyim, eskimeyen bir kitap. Türkiye'de hikâye kitapları pek fazla ilgi görmez, ama o, ayda 4 bin falan basılan, yani ikişer baskı yapan bir kitap. Şu anda klasikleşmiş durumda, müthiş ilgi görüyor.
İlgi görmesinin nedeni şu: Aşkı farklı bir şekilde anlatıyorum. Herkes kendine göre tarif eder aşkı. Körlerin fili tarifi gibidir bu, ama şöyle bir tanımlama da yanlış olmaz: Aşk, olağanüstü bir duygudur, ama aynı zamanda da her insanın içinde vardır. Fakat ne hikmetse çok abartılır. Bu abartının içinde yalnızca olumluluk vardır, olumsuzluk yoktur. Oysa istatistiklere baktığımızda şunu görürüz: Cinayet nedenlerinin ilk sırasında aşk gelir."
Şair ne demiş: Mutlu aşk yoktur!
"Yoktur, aşk sürdürülebilir bir şey değildir, sürdürülebilen bir şey de aşk değildir.
İşte paradoksumuz…
"Aynen öyle. Belki de güzelliği orada. Ellerimizin arasından uçup gidecek, bunun farkındayız, hissediyoruz. Bu nedenle belki o kadar yükleniyoruz. Ama aynı zamanda aşkı ben, büyük bir yanılsama olarak değerlendiririm. Nasıl bir yanılsama? Bir kadına âşık oluyoruz, o kadın birdenbire dünyanın en güzeli haline geliyor, en çekici, en zeki, en erdemli oluyor. Yani bütün en'leri ona yüklüyoruz. Bu, kadına da haksızlık, hiç kimse öyle olamaz ki... Veya erkeğe de haksızlık... Yüklediğimiz her şey, bize ait. Yani o insandaki erdemler, özellikler aslında yok, bütün o nitelikleri..."
Yeniden o iddialı iki sözcüğe dönecek olursak...
"Aşk köpekliktir, biraz da kışkırtmak için söylediğim bir laftı. Niye kışkırtıyorum, çünkü aşkın para yapan bir tarafı var. Açık konuşalım, bir romanın üzerine aşk kelimesi koyun, olmayan isimden daha fazla satar. Yüzde yüz böyle. Aşka inanılmaz bir eğilim var, ama daha çok kadınlarda. Çünkü, aşkta erkek ile eşitlendiklerini zannediyorlar. Çünkü erkek, sadece aşkta kadının önünde diz çöküyor. Bu, hoşlarına gidiyor, ama aşk geçici bir şey. Problem, bu. Dolayısıyla kadınların eşitlenmeyi aşkta sağlamaya çalışmaları mantıklı değil, hayatta sağlamaya çalışmalarını öneririm. Yani iş sahibi olmalarını, ayaklarının üzerinde durmalarını. Çünkü aşk bitecek, başka bir şeye dönüşecek.
Aşk köpekliktir meselesinde iki özellik dikkat çekiyor. Küçümsemek olarak görmeyelim, ama köpeğin iki özelliği ilgimi çekiyor ve bu metaforun içerisine oturuyor. Bir tanesi sadakat. Örneğin, kadının ruhu bile duymayacaktır, ama ona sadık kalırsınız, dünyanın en güzel kadını gelse bile 'hayır, ben onu seviyorum' dersiniz.
Diğeri de tabii o öfke ânı, reddediliş. Çünkü o şu anlama geliyor: Kendimizi dünyanın en aşağılık varlığı gibi hissediyoruz. Ben rezil biriyim, çirkin, aptal, kötü, iğrencim, çünkü beni reddetti. İşte orada çıldırıyor insanlar, köpeğin başka bir özelliği..."
Kudurmak...
"Evet, o ortaya çıkıyor. Ne yazık ki bu daha çok erkeklerde görülen - zaman zaman hanımlarda da - bir özellik. O yüzden kadınları öldürmek, yok etmek, parçalamak, dövmek, her türlü şiddet gündeme geliyor. Dolayısıyla 'aşk köpekliktir' dediğimizde bence aşkın başka bir yanını çok iyi anlatan bir metafor ortaya çıkıyor."
Kitaplarınız çok satılıyor, televizyon programlarında konuşuyorsunuz. Yani tanınıyorsunuz. Bu ilgi, sokakta nasıl tezahür ediyor?
"Geçenlerde bir televizyon çekimi için Süleymaniye Camii'ne gittik. Ben, utanmaya başladım, çünkü kuyruk oldu. Defterler çıkıyor 'lütfen bir imza atın' deniliyor. Cep telefonları ile fotoğraf çektiriyorlar. Bir ara turistler sormaya başladı 'bu kim?' diye. Onların da ilgisini çekti. Mümkün olduğu kadar gülümsemeye, istekleri yerine getirmeye çalıyorum, ama hakikaten zor olmaya başladı. Çünkü, bazen sizin çok kötü bir ânınız olabiliyor... Yani zor, ama bu işin bir bedeli var ise bedeli de bu. Yani kimseye ben 'Ahmet Ümit değilim' diyemezsiniz."
Ya torununuz Rüzgâr? Ona zaman ayırabiliyor musunuz, bu ilgiye ne diyor?
"O bayılıyor bu işe. Toruna mutlaka zaman ayırırım, benim için çok önemli. Birlikte gidiyoruz kimi yerlere, matrak oluyor. O şimdi alıştı, artık beş yaşına geldi. İnsanlar kitaplarla geliyor, yolda bile yanında kitap olan insanlar, 'imzalar mısınız?' diye soruyorlar. Bizim Rüzgâr hemen 'imzalarız, getirin" diyor. Alıştı bu havaya. Ondan sonra 'evet, biz kitap yazıyoruz' diyor, çok hoşuna gidiyor.
'Sultanı Öldürmek' için Şişli'de Mustafa Sarıgül'ün de katkıları ile bir etkinlik yaptık, oraya geldi Rüzgâr. Bir baktı herkes toplanmış, dedenin kitabının kapağı yapılmış kocaman, herkes onun etrafında kitaplar imzalanıyor. Her şey bitti, gidiyoruz, geldi bana dedi ki - bana dede demez, Ahmet der – 'Ahmet, doğumgünün kutlu olsun!' Doğumgünü zannediyor herkes toplandı ya...
Ben aslında aileme çok zaman ayırırım, aileme ve arkadaşlarıma. Faruk, hayat edebiyattan, sanattan çok daha büyük bir şey. Bir daha olmayacak, yani bunun tekrarı yok. Benim roman yazmamın nedeni de hayatımın daha güzel olması, onun bir parçası... Öte yandan ailemle vakit geçirmek, gezmek - tozmak, yemek - içmek, yeni şeyler görmek bunlardan vazgeçmem mümkün değil.
Roman için yaptığım gezmeler, okumalar da yalnızca bir iş değil benim için. Evet bir iş, ama aynı zamanda bir zevk. Çünkü, sevdiğim şeyleri yazıyorum. Bütün romanlarımda birer tez var, ama o tezlerle merak ettiğim için ilgileniyorum. Yoksa 'insanların ilgisini çeker, bunu yazayım' diye değil. Beni mutlu edecek şeyleri seçiyorum, tabii ki bu samimiyet, okuru da mutlu ediyor. Çünkü, ben yazarken mutlu oluyorum. Ne varsa romanın içerisinde okura da geçiyor ve genellikle bu anlamda romanlar başarılı oluyor.
Böyle düşünüyorum açıkcası. Belki böyle yorumlamak işime de geliyor olabilir. Yazmanın kendisi bir eziyet, bir mesai değil benim için, hayatın bir devamı gibi. Yani hayatı biraz böyle yaşamaktan yanayım, çok değerli ve kısa."
"Ruh ikizi, büyük bir yalan"
İnsanın âşık olduğu kişiye olmayan vasıflar yüklediğini, olmasını istediği gibi gördüğünü söylüyorsunuz. Yani bir hayale mi âşık oluyor?
"Evet, hayalimizde öyle biri yaratıyoruz. Dolayısıyla ortada üzülecek bir şey yok. Demek ki bizim hayalimiz bu kadar geniş.
Tabii büyük bir yalan daha var: Ruh ikizi... O da Sokrates'in uydurduğu bir yalandır. Sokrates şöyle diyor: Bir zamanlar insanlar hem erkek, hem dişi olarak bir vücuttaydılar ve dolayısıyla mükemmeldiler. Bu durum Zeus'u kızdırdı ve onları ortadan ikiye ayırdı. Senin âşık olduğun kişi, senin öteki yarındır... Öyle bir şey yok! Çünkü, insanların ruhu biriciktir. Bir insanın ruhu ötekine benzemez. Benzeseydi korkunç olurdu. Benzeseydi totaliter rejimler başarı kazanırdı. Çünkü onlar insanoğlunu tek bir kalıba dökmeye çalışırlar, ama hiçbiri başarılı olamaz, çünkü hepimizin ruhu biriciktir, farklıdır. Bizi güzel yapan da budur.
Sanatın renkli ve çok değişen olmasını sağlayan da budur. Yoksa hiç bir şey yazamazdık. Yazacak bir şey kalmazdı bize. Belki aynı hayata bakıyoruz, aynı duyguları yaşıyoruz, aynı düşüncelere kapılıyoruz, ama bunların hepsini farklı bir şekilde ifade etme şansına sahibiz."
"Eşim, yoldaşım gibidir"
Kendinize ayırdığınız zamanlarda neler yapıyorsunuz?
"Çeşitli arkadaş gruplarım var, onlarla buluşuyorum. Meselâ YİSO diye bir grubumuz var: Ye, iç, sev, oku. Orada Bekir Okan var, Mehmet Barlas var, Mehmet Yakup Yılmaz var, Bahattin Yılmaz var. Ayda bir toplanıyoruz. Başka bir arkadaş grubum daha var, onlar çok daha genç. Meselâ onlara çiğköfte yapıyorum.
Bir sürü şeyi eşimle paylaşırım, âdeta her anlamda yoldaşım gibidir. Bugün ne yapalım? Sabah Boğaz'a gidip kahvaltı yapalım veya hadi adaya gidelim. Bu tür fırsatlar için İstanbul müthiş bir şehir. Bunlar, aynı zamanda yazma sürecini de destekliyorlar, çünkü yazar, biliyorsunuz ki hayattan beslenen insandır."
"Yazarken mutlu oluyorum. Ne varsa romanın içerisinde okura da geçiyor ve bu anlamda romanlar başarılı oluyor. Böyle düşünüyorum. Belki böyle yorumlamak işime geliyor."
"Kadınların eşitlenmeyi aşkta sağlamaya çalışmaları mantıklı değil, hayatta sağlamaya çalışmalarını öneririm. Yani iş sahibi olmalarını, ayaklarının üzerinde durmalarını."